Biri müstehzi gülüyor, bir diğeri baygın bakışlarla karşısındaki ressama teslim olduğunun işaretini veriyor. Bilime meraklı, cinci hocalara düşkün, kara sevdaya tutulmuş ya da kadılardan nefret eden padişahlar, insanlık halleriyle… “Bize okullarda öğretilenlerle burada gördüklerim çok farklı. O tarih burada yaşayanlara, bu yurdu bırakanlara ait olamaz!”
Bir çocuğun, Topkapı Sarayı Hazine ve Has Oda bölümlerinde sergilenen “Tesavir-i Ali Osman – Padişah Portreleri” sergisiyle ilgili açılan deftere yazdığı bu şaşkınlık dolu cümleler bir kitap ve bir sergiyle yoğun bir şekilde ortaya konan ilginin arka planını açıklıyordu belki de. Çünkü her ikisi de okul kitaplarındaki anlatımla savaşmaktan başka işi olmayan “taarruz”a düşkün ve nedense hep “muzaffer” gelen Osmanlı padişahlarının başka yüzlerini de gösteriyordu insanlara. Yemez, içmez, insan arasına çıkmaz, sevmez, sevişmez, korkmaz diye bildiğimiz sultanlar, canlanıyor; ayağı topallayanla tanışırken, savaşa gitmekten kaçınana şaşırıyor, insan içine çıkmayı sevmeyeni garipsiyoruz. Hele kadınlara tahammül edemeyenini havsalamız almıyor. Oğlak Yayınları’ndan çıkan ve Necdet Sakaoğlu’nun yazdığı “Bu Mülkün Sultanları” kitabı, 36 Osmanlı padişahının insanlık hallerini anlatırken, Topkapı Sarayı’ndaki “Padişah Portreleri” sergisi hayalimizde canlandırdığımız Osmanlı Sultanlarına yüz ve bedenlerini de kazandırıyordu. Kurşun askerler sandığımız sultanlar birden ete kemiğe bürünüp insanlaşınca haliyle merak uyandırıyordu.
Ah merak uyandırmak!
Sergiyi gezerken insanlar şaşırıyor: Başındaki kocaman kavuğunun haşmetine karşın şiş gözleriyle ağlamaklı bakan I. Mustafa mı sahiden? Ya büyümüş de küçülmüş, durmuş oturmuş bir hava çizen tombul bir çocuk edasıyla II. Selim portresi… Gözleri, sanki özellikle kemerli burnuna baktırılmış da şaşılaştırılmış Fatih Sultan Mehmet hiç de öyle korkulacak biri gibi durmuyor. Rengârenk, capcanlı, bugüne kadar hiç görülmediği şekliyle Osmanlı sultanlarının portreleri, soyağaçları, taş baskıları… Portreleriyle adeta, “hiç de öyle bildiğiniz gibi değil” diyorlar. Ama o kadar farklı göstermişler ki bazılarını inandırmak da kolay değil: “Resimler hiç Osmanlı’yı tasvir etmiyor. Bu resimler Osmanlı’yı kötülemek için hazırlanmış” diye sergi defterine yazı yazmak gafletine bile düşebiliyor bile bazıları. Birisi diyor ki “Bu favoriler eklenmiş gerçeği yansıtmıyor.”
Yurtiçi ve yurtdışından gelen tam 247 eserin yer aldığı “Padişah Portreleri”, 2000 yılında Topkapı Sarayı’nda gerçekleştirilmiş, halen tadını unutamadığım muhteşem bir sergiydi. Müze müdürü 2021’de kaybettiğimiz, toplumsal hayatımıza çok büyük katkıları olmuş kıymetli tarihçi, müzeci Filiz Çağman’dı. Onun döneminin bir kültürel aktarımıydı, kendisini sevgiyle anıyorum. Sarayın Hazine Koğuşları ve Has Oda bölümü İş Bankası’nın katkılarıyla restore edilmiş, sergi alanında “İklim Kontrolü” sistemi kurulmuş, serginin çok kıymetli bir kitabı da bankanın yayınevinden yayınlanmıştı.
Çoluk çocuk, aile boyu sergiyi gezenler, ilk anda dikkat çeken ayrıntılardandı. Bellini’nin ünlü Fatih Sultan Mehmet” portresinden Nakkaş Osman’ın minyatürüne, Kapı Dağlı Konstantin’in Batılaşmasıyla birlikte getirdiği yeni üsluptan Levni’ye pek çok sanatçının eseri vardı. 15. yüzyıldan 20. yüzyıla Batılı ve Doğulu sanatçıların Osmanlı padişahlarına “bakışı”nı yansıtıyordu sergi. Batılı sanatçılarla daha bir Batılaşan sultanlar, dizi dizi portreleriyle büyük ilgi görüyordu.
Müthiş bir Osmanlı tarihi merakı var herkeste. Sergi, son zamanların en önemli sergisi olmasının dışında, mekan olarak sultanların kalbinin attığı yer olan Topkapı Sarayı’nın seçilmesi bu merakı pekiştiriyordu. Deftere yazılanlar sergiden çok gezen insanların Osmanlı’yla kurduğu ilişkiyi yansıtıyordu. Normalde sergi hakkındaki izlenimlerin kaydının bulunması gereken deftere baktığınızda bir toplumun panoramasını ve gizli hesaplaşmasını da görüyordunuz. İşte birkaç örnek…
“Ben bu adamların elini, ayağını, her yerini öperim. Gerçekten müthiş, inanılmaz ama gerçek. Ruhları Şad Olsun.” “Senin sahip olduğun ruhu bekliyoruz. Devlet-i Aliye Osmaniye.” “Osmanlı devletini unutmayacağım, siz de bizi unutmayın, selamlar, öbür dünyada görüşürüz, sevgilerle.” “Eski çağların en cesur ve en büyük imparatorluğu Osmanlı hükümetinin ordusuna saygılarla.” “70 yıllık tarihini yazmak için 700 yıllık tarihi unutanlar, güneşin balçıkla sıvanması gibidir. Onların yüzüne nasıl bakacaklar? İmza: Osmanlı Torunları. “Tarihimi çok seviyorum. 6 asırlık devletten çok az şey kaldığı ve sahip olmadığımız için üzülüyorum.” “Allah devletimize Osmanlı devletinden daha adil, büyük, güçlü olmasını nasip etsin. (Amin) Sergide sergilenen eserler içinde teşekkürler, canım çıksın…” “Müslüman Türk milleti, tarihini öğren ve kendine dön.” “Bu eserlere bakınca Türklük kadar güzel bir duygu olmadığını anladım.”
Sergi, ilk günlerinden itibaren doluydu. İlk olarak bu kadar kapsamlı bir Osmanlı sultan portreleri sergisiyle karşı karşıyaydık çünkü Bildiğimizin dışında bir Osmanlı yüzünü göstermesi ve yıllar süren çok özel bir çalışmanın ürünü olması da bu ilginin bir nedeniydi. Tam da o dönemde “Bu Mülkün Sultanları” kitabıyla ‘Zirvedekiler 2000’de “En iyi tarih kitabı” ödülünü almıştı Necdet Sakaoğlu, o da tarihimizin çarpık yansıtılmasına dikkat çekiyordu: “Çocukken, padişahları, kavuklarından ötürü kafaları yaralı adamlar sanırdım hep. Sürekli savaşa gidiyorlardı, bir tek o tarih anlatılıyordu bize. “ Sakaoğlu 1995 yılından itibaren, fikren aklına düşen kitabı, Osmanlı’nın 700. kuruluş yılına yetiştirmişti, ilk baskısının kısa sürede bitmesine kendisi de şaşıyordu. En çok alanların başında öğretmenler ve öğrenciler geliyordu ki, bu da çok sevindiriciydi. Sakaoğlu “tarihi yanlış biliyoruz, yanlış yargılıyoruz, saplantılarımız var” diyordu. Kitabının bu saplantılardan kurtulmaya yardımcı olmasının en büyük amacı olduğunu söylüyordu.
Sergi defterine bir Fransız’ın yazdığı yazıyla bitirelim: “La verite est tres fragile, si on la neglige ou la meprise, elle se venge toujours.”
Gerçek çok kırılgandır, onu yok sayar ya da küçümserseniz intikamını alır.
(Yazı görseli Salt Araştırma/Salt Research)