EARTHA KITT VE İLHAM GENCER: KATİBİM

Mikrofonun önünde durduğunda salondaki sessizlik ona bir şeylerin ters gittiğini düşündürdü. Daha önce çıkan hiçbir grup böyle karşılanmamıştı. Benden ne bekliyorlar acaba diye düşündü. Müzik başlayınca şarkısını söylemeye başladı ancak salondakiler aralarında fısıldaşıyor, sesler yükselip alçalıyordu (hayatı boyunca en sevmediği sahne, şarkı söylerken birilerinin konuşması olacaktı). Elleri titrerken çocukluğundaki yapayalnız, istenmeyen "çirkin ördek" ve "gayrimeşru çocuk"  olma hisleri onu çoktan sarmıştı bile. Kaçacak yeri yoktu. Fransızca ikinci şarkısına geçtiğinde fısıldaşmalar artıp, arkadan hiç anlamadığı bir dilde "korkunç" bir adamın kalkıp bir şeyler söylemesi canını daha da sıktı. Şarkıyı bitirir bitirmez masaların arasından sessizce ilerledi ve mekân sahibi Kibar Bey’e, ‘nedenini söylemek zorunda değilsin, Paris’e gidiş biletimi ver, başka da bir şey istemiyorum’, dedi. Kibar Bey’in  "ne diyorsun, duymadın mı seni nasıl alkışladılar, seni sevdiler, şarkın boyunca seni konuştular, git ve sahneni bitir" cevabına şaşırdı. Ya o "korkunç" adam, dedi. "O, sana sahip çıkılması gerektiğini, çok güzel olduğunu, yanlış bir şey yapamayacağını, çok şanslı olduğumu söyledi bana. " İltifatlar devam edince sahneye döndü ve Kibar Bey, iki ay boyunca kalacağı İstanbul’da kendi deyişiyle ona hep destek olacak, onu çok sevecek müşterilerle tek tek tanıştırdı.

 

Şehre girdiği andan itibaren tüm gözleri üzerine çeken, herkesin ona dokunmak, istemesi garibine giden bu kişi Eartha Mae Kitt idi. Sonradan, onu Mısır prensesi sandıklarını öğrenecek, hatta onu Paris’te Carroll’s Gece Kulübü’nde ilk olarak izleyen Kervansaray’ın sahibi Kibar Bey’in de öyle sandığını öğrenecekti.

Kervansaray

 

24 yaşında İstanbul’da sahne alan Eartha Mae, küçükken Güney Karolina’da pamuk tarlalarında çalışmış (hep özlemle ve sevgiyle andığı yıllar), sıkıntılar, yokluklar, acılar içinde büyümüştü. Zenci dense de hem zenciler hem de beyazlar tarafından dışlanmıştı. Ve aslında beyaz bir baba (resmi makamlarca hayatının sonuna kadar adı hep gizlenmiş) ve Kızılderili Çeroki soyundan annesinin ilişkisinden doğmuş, sevilmemiş, çirkin ördek denilerek alay edilmiş bir çocuktu. 8 yaşındayken New York’a teyzesinin yanına yollandığında hayatı daha da zorlaşmış, yokluk içinde büyümüş, ilk olarak kilise koroları ve tiyatro oyunlarında hayranlarıyla tanışmış, kendi yarattığı fırsatlar ve yeteneğiyle de kendini inşa etmişti.

İstanbul’dan önce Dunham Dance Company’nin turneleriyle genç yaşında dansçı olarak Meksika, Küba -yıllar boyunca hasretini çektiği teyzesinin sevgisini de 
son anda gemiyle onu buraya uğurlarken görmüştü-, İngiltere, Fransa, Almanya gibi ülkelerde bulunmuş, Paris’te de kendi ayakları üzerinde durmak için gruptan 
ayrılmıştı. İlk kez tek başına şarkı söylemek için bir Küba barında çıktığı geceyi şöyle anlatıyordu (The National Visionary Leadership Project- NVLP): 
"Ödünç aldığım uzun bir ipek Christian Dior elbisenin beline sıkıştırdığım kırmızı gül, üzerinde zor yürüdüğüm yüksek topuklu kırmızı pabuçlar. Müzik grubunun şefi 
hangi şarkıları söyleyeceksin, diye sorduğunda bilmiyorum, dedim." 

Onun çaldıkları arasından, şunu, şunu şunu birleştir, bu benim şovum olacak derken aslında o gece ne yapacağı hakkında hiçbir fikri yoktur. Sahnede korkarak yürürken 
herkesin çatal bıçak sesleri sustuğunda konuşayım bari, der, tamamen içgüdüsel olarak şovunu yapar, masalar arasından geçerek bildiği şarkıları söyler.  Ertesi gün 
gazetelerde çıkan yazı onu bile şaşırtır (kendisiyle dalga geçen, tek isteği dürüst-samimi olarak hatırlanmak olan, başta çocuklar ihtiyacı olan herkese hep yardım eden 
hayat dolu bir kadındır Kitt): "Paris’in 25 yıldır gördüğü en heyecan verici gösteriydi". 
Bazı filmlerde, oyunlarda rol alır, Orson Welles’in uyarladığı Faust’ta, Truvalı Helen’i canlandırır. İstanbul’a gelmeden önce kendi ülkesinden önce Avrupa’da tanınan biridir
ama söz verilen bazı özel teklifler gecikmiştir. 6 aydır kirasını ödeyemediği otelin balkonundan Şanzeliye bakarak her sabah teşekkür etse de sabah kahvaltısıyla 
gününü geçirir. Dostlarımla ağız dolusu gülerim ama ağladığımı göstermem, der röportajlarında. Ünlü bir kadındır Paris’te ama maddi sıkıntısını belli etmemek zorundadır.

1956’da yayınladığı ilk biyografisi Thursday’s Child’da belirttiğine göre, "emin misin gitmek istediğine, orada seni kimse bilmeyecek, sadece Türkler seni tanıyacak, 
bilinmeyen bir yer" diyen ajansına, önemli değil, der. İlk doğduğu toprakların ve New York’ta büyümenin de etkisiyle bütün dil ve kültürlere açık, inanılmaz bir yaşam 
enerjisiyle doludur zaten. "7 Tepeli Şehir" girişinde önce kurak boş alanlardan mimariye geçişe, kubbelere vurulur. Daha önce de İstanbul’a gelmiş dostları 
Fayard ve Harold Nicholas (çok ünlü dansçılar olan Nicholas Brothers), onu otelin kapısında karşıladıklarında mutlu olur. Türk kadınlarını evlenene kadar bakımlı, 
evlendiklerinden sonra kilolu (o zayıf olduğu için ona dikkatle bakan), son derece sıcak ve tatlı bulur. Gelibolu ve burada tanıdığı Türklerin memleketlerine diye ifade ettiği 
bazı şehirlere, operaya gider. Bütün gözler üzerinde olsa da ırkçı ve dışlayıcı bir yaklaşımın olmadığı bu şehri, ülkeyi -burada aşırı, fanatiklik derecesinde sevgi 
gösteriliyor, der biyografisinde- çok sever. Hatta şehirden ayrılıp Atina’ya giderken "çok düşkün olduğum" şehir diyecektir İstanbul için. 

 Eartha Kitt as a young lady & New Faces Poster

 

Dostlarını özlese de bu şehir ona sanki Paris’i de pek aratmamıştır. Caz müziğinin, swing’in Avrupa’dan İstanbul’a geçişi sanıldığından hızlı olmuştur. 1921’de Maksim Kulübü’nün alt katında Siyah Rus kitabında acıklı ve son derece ilginç hikâyesi anlatılan Amerikalı Frederick Bruce Thomas şehre cazı getirmiş, ardından yerli yabancı caz sanatçılarıyla bu tür çoktan yerleşmiştir. O yıllarda cazın kralı ve Maksim’i kuran "iyi ve kibar bir zenci" Fred Thomas’ı tanımayan yoktur. İstanbul Radyosu’nda canlı yayınlanan caz programları, Kitt gelmeden 10 yıl önce başlamış, pek çok yabancı müzik ve dans grupları İstanbul’da boy göstermektedir. Radyoda her Cumartesi canlı program yapanlardan biri de, Kitt ile aynı kulüpte grubuyla sahne alan İlham Gencer’dir. Piyanoda İlham Gencer’in olduğu orkestrası, dönemin en iyi müzisyenleriyle büyük ilgi görmektedir; davulda İstanbullu bir Ermeni olan Charlie Rahci ile bateride Zareh, trompette Çek kökenli Willy ile flütte Muzaffer Tema. Gencer, radyo caz orkestrası şefi, swing dansları, caz-swing tango ustası İbrahim Özgür’ün barındaki anlaşmasını bozup Kervansaray’a geçmiş, ona da tazminat ödemiştir. Kulüpte salon fazladır, Kitt’e ise Kervansaray Orkestrası eşlik etmektedir.

Tokatlıyan (Konak Oteli)’da çalıştığını belirten bazı bilgiler, 1949’a tarihlendiği söylenen Beyazıd’da çekilmiş fotoğrafı olsa da, Kitt’in hatıratında bu kayıt yoktur. Dansçı olarak ve adı bilinmez iken gelmiş olabilir, gazete arşivlerinden sürülen iz şimdilik 1951’e tarihlenir. İlk hatıratında iki ay kaldığını belirttiği İstanbul performansları, Kervansaray’ın ilanlarına göre 1951 yılı Şubat ve Mart ayını işaret eder.

Eartha Mae (sahnede Eartha Kitt), Kervansaray’ın o muhteşem atmosferinde, Rustik Bar’da piyano çalan İlham Gencer’in ilgisini çeker; sessizce ve gizlice ağlamaktadır. Ne olduğunu, neden ağladığını sorduğunda, maddi sıkıntı içinde bulunduğunu, Paris’teki evinin kirasını ödeyemediğini (belki Paris’teki otelinin) söyler.

Bu ülkenin sıcaklığı (ömrü boyunca büyük bir mutlulukla, her defasında, Türklerin ve ülkemizin adını geçirmesinin belki de nedenleri misafirperver ve kucaklayıcı yanımızdır), haykırışlarını hep içine atan küçük kızı en çaresiz zamanında mı yakaladı bilinmez ama Gencer ona şunu söyler: "Üzülme. Burada insanlar yabancıların Türkçe parça okumasını sever. Ben sana bir Türkçe parça öğreteceğim. Yarın gel prova yapalım, ben söylesem kimse bana bakmaz ama sen kırık Türkçe ile söylersen ‘number one’ olursun."

 Çatı Ilham Gencer

 

Gerçekten de ‘number one’ olur. İşin ilginci, o sıralarda yabancıların Türkçe söyleme modası henüz başlamamıştır. Gencer, beş yaşında piyano hocası olan annesinden aldığı müzik eğitimiyle on yıldır konserler veren, radyoya canlı yayın yapan, yabancı parçalar söyleyen, kariyerinde parlayan bir sanatçıdır. Neden Üsküdar’a Gider İken ya da bir diğer adıyla Kâtibim şarkısı, neden onu seçtiniz sorusuna, "çocukluğumdan beri bildiğim anonim bir şarkı, her zaman söylerdim zaten, nedenini bilmiyorum, onu öğretmek istedim", der. Prova yaparlar ve sahneye çıktıklarında büyük alkış alırlar; "o gece 3 defa sahneye çıkarttılar; beni de, onu da. Çok beğenildi. Dünyada bu şarkıyla kıyamet koptu. Hem Türkçe hem İngilizce söyledi, Eartha Kitt’i bu şarkı meşhur etti. Şarkının hikâyesi böyledir. Benim için şereftir, böyle bir Türk musikisini dünyaya tanıtmış olmanın huzuru içerisindeyim."

 

Eartha Kitt in IstanbulŞarkı ve ona gösterilen ilgi radyonun telefonlarını kitler, Kibar Bey, altı ay kalması için ısrar etse de döner. Avrupa’dan ülkesine döndükten sonra ilk olarak 1952’de Broadway müzikal revülerinden New Faces’in film versiyonunda çok eksantrik bir şovla bu şarkı da yer alır. Ülke, şehir, sahne egzantriktir ama birileri ısrarla arka plana mı itmek ister acaba? Ne kadar itilirse itilsin Eartha Kitt’in ısrarıyla çıkar ve efsanevi yorumlarıyla çok sevilir.

 

 

1953’te ABD’de satış rekoru kırar Üsküdara Gider İken (Uska-Dara olarak çıkar), A Turkish Tale, Oh Turks!  ekleriyle single’lar olarak yayınlanır. Meşhur olmuş, daha doğrusu söylediği her şarkısını, ki yorumlarının halen hayranlıkla dinlenmesinin nedeni bu bence, içtenlikle ve duyarak icra eder. Bu şarkıyı da her söyleyişinde, ilk günden itibaren can-ı gönülden Türk dostu bir elçi gibidir, ülkemizden bahseder. O kadar coşkuyla, dolu dolu söyler ve müzikal yorumlarıyla o kadar mükemmel hale getirir ki parça her seferinde adeta yeni bir şarkı dinleniyor hissi verir. "Üsküdar, Türkiye’de küçük bir kasabanın adı ve Üsküdar’da çok tuhaf  yollar var, bu tuhaf yollar boyunca çok tuhaf şeyler olur, bunlardan biri de, Binismufustukule Karavansaray’da" der. 1984’te Alman televizyon kanalı WDR’de katıldığı programda şarkıyı söylerken, arada kedi sesleri çıkarır -1967’de Batman filminde oynamasından önce de hep Catwoman’dır, Kitty (kedicik) diye çağrılır - , hep yaptığı gibi çoğu anlık, yaratıcı ve eğlenceli yorumlarını ekler. "Ammmaaaan peştemela giriyorsun, baş olmuş", .."Çadırımın üstüne şıp diye damladı, "Allah canımı almadı almadı" şarkının Kitt üslubunca eklemelerinden bazılarıdır, görünene göre en eğlenerek söylediği şarkılardan biridir. Şarkı sözlerini değiştirmeyi sevdiğini, bunu hep yaptığını Gül Demir’e verdiği röportajında da belirtir (Turkish Daiy News, No: 3281, 1985).

Yıllar içinde Türk gazetelerinde Eartha Kitt hep haber olur; evlenmesi, çocuk sahibi olması, boşanması, dolmaları ve İstanbul’u özlemesi, kara listeye alınması… 1968'de, 
Lady Bird Johnson'ın daveti olan bir Beyaz Saray yemeğinde ezilenlere karşı söyledikleri, Vietnam Savaşı'na karşı konuşmasıyla ABD'de kara listeye alınır. Bütün kapılar kapanır, 
1974’e kadar Avrupa’da çalışmak zorunda kalır. Sözünü esirgememekte ve vatan sevgisinde Gencer ile benzerdirler de.
İlham Gencer de daha sonraları Rujenuar ve dönemin pek çok mekânında sahne alırken Şişli’de Çatı ismiyle, her gidenin unutamadığı kalitede bir kulüp açacak, Ajda Pekkan’dan Emel Sayın’a, Kalipso Kralı’ndan Erol Büyükburç’a, Füsun Önal’dan bir zamanlar eşi olan Ayten Alpman’a bugün tanınmış pek çok sanatçıyı yetiştirecek, kendini piyanosuyla tam anlamıyla müziğe verecektir. Fecri Ebcioğlu’nun sözlerini yazdığı, Bak Bir Varmış Bir Yokmuş’u yorumlayacak ve 1962 yılında ilk Türkçe sözlü pop parçası olacaktır.

Eartha Kitt 1985
 

Gencer, 1985 yılında, gazetede okuduğu, Eartha Kitt’in, Hilton Oteli’nin 30. açılış yıldönümünde bir konser için İstanbul’a geleceğini okuyunca soluğu Üsküdar Belediyesi’nde alır. "Üsküdar şarkısını söyleyen Eartha Kitt geliyor, biliyor musunuz. Gelin bir konvoy yapalım, karşılayalım, semtte gezdirelim…" Sonunda ikna eder ve belediyeden arabalar, kalabalık bir grupla havaalanına giderler; "ben teneke arabamın arka bagajına akordeonumu koydum. O zamanlar terör yok, uçağın içine kadar gittim. Çiçekler yaptırmıştım, uçağın içine girdim, eline verdim. Beni görünce fırladı, başını vurdu tavana, ‘işte benim hayatımı kurtaran Türk müzisyeni bu, dedi. Beni dinlerken, duygulandı, ağlarken resim çekildi. Basın orada. Sonra Üsküdar’a doğru yola çıktık. Çamlıca’ya gittik, onu kağnı arabasına bindirdik, Üsküdar’da Kâtibim Evi varmış, halbuki öyle değil, uydurma, onu ziyaret ettik. Bir plan yapmıştım; sokaklarda akordeon, mahalledeki çocuklarla şarkıyı söyleyelim diye (kayıtlar nerede kimbilir) , yaptık, cocuklara şişe, cam verdik, bir başladık, kıyamet koptu. Çok güzeldi. Oradan da akşam Hilton’a gittik." Gazetelerde o kavuşma mutluğu karesinin altında" … kendisine çiçek veren İlham Gencer’i görünce sarılıp öptü ve gazetecilere ‘işte, sayesinde zengin olduğu adam" yazıldı.

1956’daki ilk hatıratında kendisine gösterilen aşırı ilgiye teşekkür için bazı Türkçe kelimeleri ve bu şarkıyı öğrendiğini (Kitt, daha sonra on dilde şarkı söyleyecektir) yazsa da o günleri hatırladığı kesindir. 1985’te, Gül Demir’e verdiği röportajda da şarkıyı İlham Gencer’in çalıştırdığını belirtir.

New York’taki Carlyle Hotel’in 1955’te açılmış özel kulübü Café Carlyle’da -burada hayatının sonuna kadar sahne alır- Doğan Uluç’a (vefatından sonra yazılmıştır yazı, Hürriyet, 21.07.2009) sohbet sırasında Fransa'da uzun zaman kalmasına rağmen sıkıntılarından kurtulamadığını, oradan İstanbul’a geçtiğini söyler.

81 yaşında, ölümünden sadece 6 ay önce Cheltenham Jazz Festivali’nin başındadır. Herkesi kendine hayran bırakarak yine aynı şarkıyı söyler; bağırsak kanseri tedavisi görmektedir, sadece müzikal performansı ile değil samimiyeti ve sevgisiyle de herkesi yine kendisine hayran bırakır.

27 Ekim 2008’de New York’ta, en sevdiği sahnede, Cafe Carlyle’da (özel bir odada dostlarıyla buluşur gibi) yine o şarkıyı söyler. İki ay sonra 25 Aralık 2008’de hayata gözlerini kapar.

Ayşegül Sert’e Carlyle’da yaptığı röportajda ‘"Beni halk yarattı, hâlâ izlemeye gelerek değerli olduğumu hissettiriyorlar. Tek isteğim işinde dürüst bir sanatçı olarak hatırlanmak. Televizyonlar, filmler, kayıtlar insanları yanıltabilir ama halkın önünde bunu yapamazsın, hakikat ortaya çıkar. Kendimi çok mutlu hissediyorum" demiştir (Venice Magazine, October 2007). Gerçekten de sadece sesine, müzikal ve teatral yeteneğine değil, karakterine, dürüstlüğüne, içtenliğine, tüm dünyaya gösterdiği sevgisine hayran dev bir kitle bırakır.

Film, tiyatro, müzik, kabare, televizyon tarihine adını unutulmaz yorumlarıyla yazdıran Eartha Kitt, işini tutkuyla yapan, anlamsız bulduğu parçaları hiç seslendirmemiş, istemediği rollerde yer almamış muhteşem bir kadındı. Müzik, sinema, tiyatro, kabare, televizyon dünyasında özgün tarzıyla üç kere Tony, iki kere Grammy ve iki kere Emmy Ödülü için aday gösterildi.

Peki biz neden onu sahiplenmedik? Müziğini mi anlamadık, esprilerini mi, neşesini ve sevgisini mi? Haklıydı sanırım:

"Oh those Turks!"