Dünyada milyonlarca yerde, milyarlarca kapalı kapının arkasında hepsi kendine göre çok önemli kederler, sevinçler, olaylar yaşanır. Her hikâye elbette bireysel ve özgündür, bazılarıysa bir yaşama nasıl sığdığına hepimizi şaşırtacak kadar tutkuyla, ilmek ilmek dokunmuştur.
Hocaların hocası, sevgili Halil İnalcık’ı 2012 yılında hayat hikâyesini yazmam konusunda kendisinden gelen bir telesekreter mesajıyla tanımış (ne yazık ki bu kadar geç), 2013 yılında Tarihçilerin Kutbu söyleşileriyle çalışmaya başlamıştık. Zaman içinde aşama aşama gelişen, kalpten kalbe sevgiyle, adına güven denilen (uzunca bir süre sınanarak), içinde tarih, bugün, kültür, edebiyat, felsefe, insan ve elbette saygı sevgi olan bir limanda unutulmaz on üç yıl geçirdik. Bana sorarsanız yüzyılların içiçe geçtiği bir rüya ile hakikat aleminde gezindim, pek çok kez söylediği, tarihçiler için çok önemli iki mefhum, ‘zaman ve mekân’, hiç bir teoriye bağlı kalmadan birbirine karıştı, yüzlerce yıl, karakter, olay içiçe geçti; o, günlük yaşamının başköşesine aldığı Osmanlı, daha doğrusu hakikatleri ortaya çıkarma aşkını yaşar, durmadan okur yazarken projeler geliştirdik, onun deyişiyle önce biyografı (ve hep teşekkür edişiyle), sonra arkadaşı, tılmizi, sırdaşı, bazen hemşiresi (hocanın da diyabeti vardı), bazen kızı oldum.
Her ifadenin aslında yetersiz kaldığını itiraf etmeliyim, o yüzlerce yıllık belgeleri nasıl ilmik ilmik çözüyorsa dostluğunu da aynı incelikte dokuyordu. Bilgisine, nezaketine, entelektüel birikimine ve tarihi günlük yaşamın içinde tutkuyla yaşatmasına hayran kalmamak imkansızdı.
Felsefe, din, sosyoloji, sanat, edebiyat, kültür tarihi merakını, bilgisini hep tazeler, heyecanını hiç kaybetmezdi, sohbet edeceğimiz konular o kadar çoktu ki.
Bütün entelektüeller gibi bu temeller üzerine kendini durmadan, gönüllü olarak inşa etmişti ve bu, tarihle sınırlı olmayan bir zemindi. Kendine yüklediği, ülkesi için yapmak zorunda hissettiği ve elbette uzun ömrünü adadığı ("Allah Osmanlı’yı seviyor, talihim var, bana bu ömrü verdi", derdi hep) tarih her şeyin üstündeydi.
Hep sırada bekleyen, bitirmek istediği kitapları vardı ve Tanrı’dan tek isteği bu kitapları bitirecek gücü ve sağlığı ona bahşetmesiydi. Biten her eserinin arkasında bitecek birkaçı daha vardı ve bu eserlerle düzelteceği yanlışlar heyecanını diri tutar, ona hayat verirdi.
Halil Bey, ömrünü arşivlerde hakikat aşığı olarak geçirmiş, Osmanlı gerçeğini dünyaya duyurmuş ama kendi toplumuna yeterince duyuramamış bir bilgeydi. Biraz dertliydi bu konuda ama yine de yüzünden gülümsemesini eksik etmezdi. Üniversiteler ona fahri doktora vermekte yarışır, ödüllere doymazken bağımsız akademinin olmayışından, herkesin sözde tarihçiliğinden yorgundu. Biz bile yorgunken o nasıl olmasın…
Akademi, bilgi, arşivler
Taa 1968’de yazdığı makalede şöyle diyordu: ‘’Bir memleket düşünün ki, her alanda, her eline kalem geçiren ilim adamı süsüyle konuşuyor, yazıp basıyor ve ahkâm kesiyor. İhtisası olmayan kitle sağ akçayı kalpından nasıl ayırsın? Nihayet bir ihtisas kolunda çalışanlar arasında, ciddi araştırma neticesinde sağlam bir metotla ortaya konmuş gerçek ilim eseri verenler yanında, şuradan buradan toplama yapan derlemeciler vardır. Bunları kim ayırt eder? Diyeceksiniz ki, üniversite hocaları tenkit yazarak çıkan eserlerin mahiyetini ortaya koysun. Pratikte birtakım sebepler yüzünden bu iş memleketimizde olmuyor. Sadece bir sebebi anmak yeter. İlim madrabazları daha baskındır; ortalığı öyle yaygaraya boğarlar, öyle tezvirler yaparlar ki, kendini bilenler için kenara çekilip susmaktan başka çare kalmaz. Kamuoyu kim bağırıp çağırarak konuşuyorsa onun sesini duyar. Farkı görmek için kamuoyunun önünde bir ölçü yoktur. Batıda bir eser çıkmaz erbabı, şahsiyata kaçmadan, şahsî garazını tatmine çalışmadan sırf ilim ve hakikat uğruna eseri tanıtır, başka tabirle onu değerlendirir, gerçek yerini ve başarısını tayin eder. (…) Boyum kadar eser yazdım teranesiyle her yerde başköşeye oturmaya kalkışan yalancı şöhretler orada tutunamaz. (…) İlim, mahiyeti icabı hiyerarşi ister. İyi bilen ile az bilen arasında hiyerarşi zaruridir. Bu hiyerarşinin zirvesi akademidir. Bu hiyerarşi, makam ve nüfuza bağlı değildir. Bu hiyerarşide herkesin yerini ilmi, ortaya koyduğu eseri tayin eder. İlmi hiyerarşinin müessesleşmesi akademi demektir.”
Sohbetlerimizde ‘Tarih tarih diyoruz, bir taraftan da hanedanın kurucusunu bilmiyoruz’ dediğinde ses tonunda sitayiş, hüzün, şaşkınlık içiçe geçerdi.
Hocanın en önemli özelliği Batılı ve Doğulu bilginlerin kullanmadığı Osmanlı arşivindeki belgeleri incelemesi ve Osmanlı tarihine yepyeni, tarafsız, belgelere dayalı bir yaklaşım getirmesiydi. Arşivlerde ömür tüketirken yalan bilgilerle süslü bir tarihi, belgesiyle/belgeleriyle ortaya koymuş ve kimsenin itiraz edemeyeceği bir şekilde yalanlardan arındırmıştı. İlk yayına başladığı tarih olan 1942 yılından itibaren (Tanzimat ve Bulgar Meselesi) ardı ardına makaleler yayınlamış, eserler ortaya koymuştu. 1954’te yayınladığı, Osmanlı arşivindeki en eski, 1432 tarihli tahrir defteri, Arnavid sayım defteriyle Sırplar (ki ne kadar bağnaz tarihçi olarak bilinirler) kendisine akademi üyeliği vermis, önce Bulgarca’ya, ardından Sırpça’ya çevrilen eserleri, makaleleri Osmanlı’nın Balkanlarda katliam ve yangınla fethettikleri görüşünü kökünden değişmişti. Yine taa 1954’te yayınlanan Fatih Devri Üzerine Tetkikler ve Vesikalar kitabıyla Arnavutluk Akademisi ve Atina Üniversitesi kendisine doktora vermiş, Osmanlı tarihinin Rumeli fetihlerine dair yazdıklarıyla tarihi masallar çürütülmüştü. Ve durmadan çalışmış, öğrencileri yetiştirmiş, buluşları yöntemleriyle değiştirilemeyecek hakikatleri dünyanın önüne sermişti.
"Yaşlılık bir trajedidir"
Kendisiyle yaptığım söyleşilerin üzerinden çok zaman geçmişti, o kadar fazla ses ve görüntü kaydım (bunu kendisi istedi, hep kaydet derdi) vardı ki artık bunlar bende kalmamalı, herkese ulaşmalıydı; zihnimde bir başka kitabı kurguladığım ve onunla paylaştığımda bunu heyecanla karşıladı, ben yavaş yavaş ilerlerken o da planlar yaparak öneride bulundu, belgelerinin kopyalarını iletti, emanet etti. Çalışmamla, keşiflerimle heyecanlanan, kitabın çıktığını görmek isteyen (sadece bir yıldır çalışıyordum) İnalcık, bir gün kurgumda kaybolduğumu anladı.
Çok haklıydı, dağılmıştım, çalışmama karşın yolumu bulamıyordum. Bir telefon konuşmasında bana, Emine, şöyle şöyle tasnif et, diyerek kitabın kurgusunu sundu. Müthiş bir öneriydi. Bütün hayal ettiklerimi canlandırabilir (inşallah) ve rahat ilerleyebilirdim. O gün unutulmaz bir şey yaşamıştım; Tarihçilerin Kutbu kitabında da yer alan, söyleşi yaptığım Prof. Cornell Fleischer'in sözlerini hatırladım: "Hocanın çok önemli iki özelliği vardır. Problemi tespit eder, saldırıp parçalayarak onu çözer. Genç ve yeni öğrencilere el vermesi, onlara yardıma hazır olması özeldir. Halil Bey mirasını çok dikkate alır ve önemser." Evet, problemimi tespit etmiş, saldırmış ve parçalayarak onu çözmüştü işte.
Tarih bugün bize masal gibi gelen gerçeklerdir ama masalı siz uydurmadığınız takdirde... Hele yanınızda İnalcık varsa o ulaşılmaz sandığınız saraylarda eliniz kolunuzu sallayarak dolaşmanız, isyanlara katılmanız, hanedan kurucusuna şöyle bir yakından bakmanız, dünü anlayarak bugüne bakmanız işten bile değildir. Hayat çok güzeldi ama sınırlıydı, "yaşlılık bir trajediydi, gençlerin anlaması zordu."
"İyi ki geldiniz, sevgimizi yeniledik"
Hoca, her zaman için çok gerçekçi ve çok zekiydi; her şeyin farkındaydı. Planladığı kitaplarını vefatından 6-7 ay önce tamamladı… Son okumalarını yaptı…Çalışma atölyesi olan evinde, koltuk, masa, kanepe, yıllardır her yerde olan kitaplarını (II. Murad/I. Murad, Osmangazi, İstanbul, Fatih bölümü) Bilkent Üniversitesi’nde kurulmuş olan Halil İnalcık Koleksiyonu Kütüphanesi’ne gönderdi (burada 13 bini aşkın kitabı, yaklaşık 2000 adet yazarları tarafından imzalanıp hocaya iletilmiş makale, yaklaşık 5 bin civarında ulusal/uluslararası dergi vardır). Elindeki tüm çalışmaları yayınevine teslim etti. İçi rahattı, gitmeye hazırdı: “Cennette yerim vardır herhalde Emine, artık çok yoruldum, gitmek istiyorum.’’
Hastalığı süresince kâh kendisini kâh kızı Günhan İnalcık’ı arayarak, kâh Ankara’ya giderek yanında olmaya çalıştım. Kurban Bayramı’nın ilk iki günü onu son kez görüşüm oldu. Elimdeki kitaba çalışıyordum, bir makalede takıldığım eminlik, emanet müessesini sordum, anlattı, bitirince getir, yazından kontrol ederiz, dedi. Hasan Soygüzel ve doktoru Cenan Bey’le bize iki saatin sonunda ‘’Çok mutlu oldum, uzaklardan geldiniz, zahmetlerde bulundunuz benim için, ama iyi ki geldiniz, sevgimizi yeniledik’’ dedi. Hoca, son günlerinde dahi taptaze özel cümleler üretiyordu (bu kadar zamanda, tertemiz Türkçeyle bu cümlesini ilk defa duymuştum).
İnsan sevgisini hep yenilemek istiyor, bu dünyadan gitmek bir huzursa geride kalmak da bazen yaşlılık gibi bir tür trajedi hocam. Çok özlediğiniz İstanbul’a kavuştunuz, eminim huzurla uyuduğunuz yerden bize gülümsüyorsunuzdur... Her araştırmada karşımıza çıkan bilgeliğiniz, gönülden gelen nezaketiniz, temiz kalpli yüce gönüllülüğünüz ömrüm boyunca bana sizi hatırlatarak gülümsetecek, size verdiğim sözü de elbette tutacağım. Saygı, sevgi ve özlemle…
GAZETE VATAN KİTAP Eki'nde yayınlanmış, 12 Ağustos 2016'da yazdığım yazı. Yazıyı benden isteyen sevgili Buket Aşçı'yı da rahmetle anıyorum.