çocuk

Çocuklar ve müzeler

Tam kapıdan çıkmak üzereydik ki gözlerini açarak sordu:

– Osman Hamdi Bey’i biliyor musun sen?

Biliyorum tabii, peki sen nereden biliyorsun?

– Ben onu çok seviyorum.

Neden seviyorsun?

– Onun tam 4 tane çok şeker kaplumbağası var.

Rozarin’e verdiğim sözü tutmak üzere İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ne giderken bu bağlantıyı nasıl kurdu, zihninden neler geçirdi bilmiyorum.Gece heyecandan uyuyamamış, sabah erkenden giyinip hazırlanmış 6 yaşındaki meraklı arkadaşıma müzede mumyayı, heykelleri, sfenksleri göstereceğim.

Mumya birden her şeyin önüne geçti evet, nedenini hatırlamıyorum, aslında sormadım da. Hikâyemizse arkeoloji temelli küçük artçı şoklarla örülü.

Bir akşam yanıma gelip yuvada ona arkeologların nasıl çalıştığını, neler yaptığını öğrettiklerini anlatmaya başladı. Toprağı kazıp bir şeyler bulduklarını, hatta kendilerinin de okulda el işlerini toprağa gömdüklerini söylediğinde ‘E, biliyorum tabii, ben de arkeologum’ cümlem onun için ilk şoktu. ‘Neeee’, diye çığlığı geldi. Sonrası şöyle gelişti: Gözlerini açarak bana bakması. Öğrendikleriyle beni birleştirmeye çalışması. Soyuttan somuta geçiş çabaları. Bana daha da dikkatli bakarak görüntüyü netleştirmesi. Eline yeni çıkmış ‘Anadolu’da Kadın’ kitabını tutuşturmam. ‘Bak, işte bu kitap yüzünden meşguldüm hep, seninle o yüzden vakit geçiremiyordum.’ Hayranlıkla bakışı. Resimli sayfalarda duraklaması ve kitabı anlayabileceği dilde tercüme etmem: ‘Bu anne ile çocuğu, bak emziriyor, arkada palmiyeler; bak bu yemek sahnesi; gördün mü anne ile kızı el işi yapıyorlar…’

Bir başka gece yaşanan sahne… Elinde boyama kitabı, kılık kıyafetleri, ayakkabılarıyla Yuva bahçesinde arkeologculuk oynamış ve Hititler çoktan hayatına girmiş, meraklı, tatlı bir çocuk.

Bir başkası. Gezi olaylarının tam ortasında, yürekler sıkışmış, nereye bakacağımızı, neyin nasıl düzeleceğini bilemezken, yani ateşin tam ortasında, sevinçten parlayan gözleri, elinde arkeoloji diplomasıyla gelivermişti! Okuduğu yuvada ona bir diploma vermişlerdi. Tarihi objelerle süslü diplomasının sonunda şu cümle yazılıydı:

“Tarih sevginizin ömür boyu sürmesi dileğiyle…”

‘Tarih sevginizin ömür boyu sürmesi dileğiyle…’ Bir çocuk, bir yuva, tarih ve arkeoloji sevgisi veren bir diploma. Umut, inanç, hayat yanıbaşımdaydı.

Böylece bizi birleştirene arkeoloji, mumyalar, tarih, müzeye gitme teklifi eklendi. Müzeye gitmek için can atan bir çocuğa kim dayanır? Hem de arkeoloji müzesine!

Osman Hamdi Bey’in kaplumbağaları

İşte o sabah Osman Hamdi’nin kaplumbağalarını çok seven Rozarin’le Osman Hamdi’nin kurduğu müzeye doğru elele tutuşup yola koyulduk. Aramızda icad ettiğimiz sırları elbette sizinle paylaşmayacağım.

Yolu toplu taşımayla renklendirmek istedim, dolmuş pratik bir çözümdü, bir sürü farklı araçla müzeye ulaşabilirdik, böylece daha çok yer görmüş olacaktı.

Surlara yaklaşırken merakı uyandırarak işe başladım; bu şehir, bir zamanlar sadece surlar içindeydi, insanlar bu surların içindeki evlerinde yaşıyorlardı… Sur neydi, nasıl bir şeydi ki? Beklemeliydik, az sonra görecektik. Surlar karşımıza çıkınca hayal ettiğini görmek merakını daha da artırdı. Hem gece sur kapıları kapanıyordu, dışarıdan kimse giremiyordu, kapılarda bekleyenler bile vardı. Hayret!

Sahil boyunca biz ilerlerken o artık gözlerini deniz surlarından alamıyordu. Bir noktada döndü ve bana aynen şunu dedi:

– İnsanlar ne kötü, tarihin üzerine ev yapmışlar, her tarafı pisletmişler.

İndik ve elma şekeri aldık, dönerli, su derken tramvaya bindik, tarihi yarımadanın içinden, Sultanahmet, Ayasofya’nın yakınından geçip Soğuk Çeşme Sokağında dolaşdık. İnanılmaz bir sokaktı burası, ne kadar güzeldi! O gözlerini hayranlıkla açarken ben de ilk defa görüyormuşum gibi sevindim.

Saraylı gri kedi orada bizi bekliyor…

Sarayın içine girince gri saraylı kediyi Topkapı’nın birinci avlusunda güneşlenirken görmeyelim mi! Tanıştırdım. Derken müzeye girdik, heyecan doruktaydı…

– İlk önce mumyaya gidelim. Olur mu?

Gittik, henüz üç tur yapacağımızı bilmiyorum. Etrafında dönüp durup neredeyse her bir kemiğini inceledi. ‘Kralmış, böyle herşeyi kalmış, bak saçlarına, ne ilginç’. Döndü, kafasında kalan saçlara baktı uzun uzun. Ayrıldık ve devam ettik. Osman Hamdi’nin bu güzel müzeyi kurduğunu hâlâ hatırlıyor mu bilmiyorum ama ona ayrılan bölümdeki fotoğraflara, ailesine, kızlarına, dönem kıyafetlerine hayran kaldı. Ağlayan Kadınlarla tanıştı, lahitler bölümünde gezinirken Eros’u gördü ve çığlık attı. Tanıyordu onu.

– Biliyor musun, o kime okunu atarsa aşık oluyor insan.

Öyle mi? Sana attı mı okunu?

– Yok bana atmadı ama İnci öğretmene atmış.

Birbirimize söz verdik; kime önce atarsa söyleyecek.

Mumyayı tekrar ziyaret etmek istedi. Tekrar yanındayız:

– Alttakiler ne?

Kemikleri.

– Aaa.

Evet, çok yıl geçmiş, bazıları düşmüş.

Kral Tabnit, İstanbul’a yolculuğu ve araya yüzyıllar girmiş uzun dinlenmesinde hiç bu kadar dikkatli bir küçük kıza rastladı mı bilmiyorum, bir daha bir daha durduk ve baktık.

Sıra Yenikapı kazıları sergisindeydi. Şanslıydı. Amforalar, hayvan kemikleri, çıkan eserler, eski günleri anlatan film… Şaşkındı, bu şehir bambaşkaydı.

Çıkıştan önce son mumya ziyareti, korkuyu yenme mi, vedalaşma mı, meçhul.

Müzenin bahçesinde, meyve suyu molasındayız. Etraf tarihi eserlerle dolu bu güzel bahçede, gördüklerinin etkisinde, üstüne üstlük ağaçlara tünemiş İskenderiye Papağanlarının sesi..

– Uyusak burada, öğlen uyanır, tekrar gezeriz, ne olur, lütfen…

Güzel hayal, hem de yedi uyurlar misali ama imkânsız. Ne hoşuma giderdi işin gerçeği.

Çıkmadan önce Eski Şark Eserleri Müzesi ve boyadığı Hititlerle tanışma, bir kez daha şaşkınlık. Tekrar tramvay, sonra Karaköy tarihi metro. Tamam, ben de onun ilgisini çekecek şekilde, kendimin de hayranlığını, merakını göstererek anlatıyorum, merak uyandırıyorum işte, en sevdiğim şey.

Boncuk’la tanışmaya gidiyoruz

– Öne geçebilir miyim, bakmak istiyorum.

Yakından bakmak istediği, içinden geçtiğimiz tünelin tarihi taşları. Tünel geçidinde ilerlerken o, kapıya yakın, gözleri akan taşlarda, arada, çok güzel, çok güzel, diyor. 

Beyoğlu’nda kaç kişi kafasını onun kadar kaldırıp o tarihi binaları inceler acaba yürürken? Tek kelime etmiyorum, o görüyor. Binaların, heykellerin, kabartmaların güzelliğine, hangisine bakacağını şaşırıyor.

Yorulduk artık. Geziyi bitirmeden önce onu Boncuk’la tanıştıracağım, o zaten benim sevdiğimi sevmeye hazır. Boncuk, her zamanki sokağında. Yattığı yerden kafasını kaldırıyor, kuyruk sallıyor, önce bana, sonra Rozarin’e bakıyor. Selamlaşıyorlar.

Elbette o da her çocuk gibi dondurma diye tutturuyor, yol boyu zor zaptettiğim isteğini pastanede sahneliyoruz, yeni gezi planları sözleriyle…

Bugünlük bitti ama bu hikâye devam ederse şaşırmayın.

Kendi kendimle konuşmalar

Sahi bu merakı sürerse -ve belli ki sürecek- ne olacak? Ya bu alanda okur ve meslek sahibi olursa o da işsiz arkeologlar, sanat tarihçileri kadrosuna mı katılacak? Kadrolar artırılacak evet ama ne kadar? Ne zaman bakanlık yapısı gerçekçi ve profesyonel bir hal alacak? Ne zaman bu meslekler gerçekten hakettiği öneme kavuşacak?

 

Arşiv
Açık

Saltanat Kayıkları: Ruhlandırılmış Şairâne Varlıklar

Sultan, minik köşkünün içine yerleştirildiğinde, etrafındaki sessiz hareketler yerini gizli bir telaşa bıraktı... Köşkün perdelerinin arasından henüz etrafı seyretmeye başlamıştı ki görkemli ve zarif aracı, suyun üstünde kaymaya başladı: İpek yelek giymiş kürekçiler, çok ünlü bir dans topluluğunun işini çok iyi yapan, iddialı gösterilerini müthiş bir uyum içinde sergileyen dansçılarına dönüştü. Aksayan tek bir hareket yoktu. Kayığın içinde öne arkaya gidip gelerek suyun üzerini gümüş rengine çevirdiler ve işin ilginci kıpır kıpır, "civelek" bu gidiş ve insanı hayal âlemine sürükleyen bu görüntü gerçekti. Onlar saltanatın kayıklarıydı... Masal şehir İstanbul’da suyun üstünde göründüklerinde göz alırlardı. Zamanın daha sessiz ve ağır aktığı bu dönemde tevazuyla gösteriş arasında denge kurmaya çalışan saltanatın simgelerinden biriydiler.

"Bu kayıklar çok süslü ve görülmeye değer güzelliktedir. Kıç, baştanbaşa fildişi, abanoz yahut deniz aygırı dişindendir. Seksen seçme kürekçisi vardır. Her kürekte ikişer kişi bulunur. Bir tarafta yirmi kürek vardır. Kürekçiler hep beyaz mintan ve kırmızı serpuş giyerler. Kürek çekerken de çok defa haykırırlar. Sebebini bilmiyorum. Padişahın yanına aldığı vükelâsı müstesna, maiyetindeki dilsizlerle cüceler daima bir başka kayıkta takip ederler, çok kere kadınları da..."

Boğaz’ın ortasında beyaz mintanlı, kırmızı serpuşlu haykıran kürekçiler… Bir başka kayıkla ona eşlik eden dilsizlerle cüceler ve de kadınlar…”Gemi inşa sanatında pek muvaffakiyetli ve türünün ince birer örneği olan saltanat kayıklarında güzellik ve ihtişam en sade bir üslupla ifade edilmişti. Köşklü, kuşlu gibi isimlerle anılan saltanat kayıklarının muhtelif boyda olanları vardı. On üç çifte kürekle hareket edenler ekseriya otuz bir, otuz iki metre uzunluğunda, 2.35 metre genişliğinde ve 3.10 metre yüksekliğinde inşa edilirlerdi. Saltanat kayıklarının kıç taraflarında hükümdarların oturmasına mahsus köşk bulunur, başları uzun yahut kıvrık olurdu. Kıç ve baş tezyinatını muhtelif şekillerde ve üzerleri altın yaldızlı oymalar teşkil ederdi. Kayıkların baş tarafında ayrıca tahtadan yahut gümüşten yapılmış kartallar ve deniz kuşları bulunurdu. Kayıklara çekilen fenerler de gümüşten mamuldü."

Döneminin sanat üsluplarına göre süslemeleri değişse de Osmanlı İmparatorluğu'nun hemen her döneminde -bazı istisnalar hariç- kullanıldılar. Sultanlar Cuma selamlığı, kılıç kuşanma, tahta çıkma törenlerine bu kayıklarla gittiler. Ayrıca şehir gezileri, tahttan düşünce eski saraya nakledilme, ava çıkma, ramazan eğlenceleri, harem kadınlarının ziyaretleri gibi amaçlarla kullanılan saltanat kayıkları dönemin incecik, zarif ulaşım araçlarıydı.

Güm güm güm...

Suyun içinde su gibi aktıkları düşünün… Minik köşklerinde sultanın taht gibi koltuğu ya da kanepesi var, ki önceleri puflu minderlerle divanlara uzanır ve imparatorluk rengi olan al şemsiyenin altında geziler yaparlarmış. Batılılaşma sonrası gösteriş öne çıkınca tahtanın içine altın parçalar katılarak imal etmişler; çatıları yükselmiş, hatta bazılarında kubbe biçimini almış. Adına köşk deniyorsa perdeleri de olmalı! Perdelerin içi genelde beyaz, krem ya da yeşil renklerden, dışıysa çok koyu ve parlak kırmızı renkte atlastan... Bu perdelerin kenarları sırma bordürle çevrilir, bazen de gerçek incilerle süslenirmiş... 

Sultanın saltanat kayığına binip suya açılması tüm kente Kız Kulesi'nden atılan top atışlarıyla duyurulur, önü sıra altı büyük kayık yol açmak için gidermiş, ki bunların adı Sandalya. Sonra mabeyncileri taşıyan altı kayık... Alayın iki yanında dizinin sonuna kadar zincir gibi bir sıra kayık daha... Önde giden kim varsa, yüzleri hep sultana dönük dururmuş. Mabeynciler de dahil. Padişah kayığının dümenini Bostancıbaşı tutar –ki Bostancılar kıyı boyunca asayiş, sarayın bahçe ve teftişi gibi görevlerden sorumlu kentin en önemli yöneticilerinden ve Bostancıbaşı Defterleri de tarihi belgeler arasında en önemlilerinden-,  ve bir tür rehberlik yaparak sultanın sorularına cevap verirmiş. Bir de, Kız Kulesi'nde dizilen Bostancılar var ki, onlar sultan yakınından geçerken eğilerek selâma duruyorlar. 

Denizden faydalanmaya yönelik bir ulaşım dönemi… Boğaziçi rengârenk; iri kıyım, hep pamuklu geniş şalvarla yarım ipekli bir gömlek giyen, kafalarında küçük kırmızı takkeyle pazar kayıkçıları insanları taşıyor. Çeşitli kayık adları var. Peremeler, Pazar Kayıkları'ndan önce kullanılan kayıkların adı. Sonra Piyadeler... Vezirleri, saray görevlilerini, zengin ve orta halli halkı taşıyan bir tür lüks deniz taksileri bunlar; en küçükleri ve tabii ki hafifleri kayıkçıdan başka iki yolcu alıyor, en büyükleri dört ila altı yolcu kapasitesinde. Sarayın da Piyadeleri var ama saltanata ait bir Piyade, her zaman için boyu, köşkleri, süslemeleri, kürek sayısının fazlalığıyla kendini belli ediyor. Aslında tipleri ve formları aynı. III. Selim, "Piyadeler nazik olmalı" dermiş: İçine bindiğinde sarsmayacak, insanı hızla istediği yere ulaştıracak...

Adolphus Slade'in "Kaptan Paşa" adlı eserinde, "Kayıklar, Türk oymacılık sanatının birçok yüzünü yansıtır. Bordaları, küpeşteleri, yelkenleri bile pek ince süslerle bezenmiştir. Türklerin nakkaş dedikleri boyacılar sonradan bu hatları altın yaldızlar ve çeşitli boyalarla işlerler. Türklerin dilinde her deniz vasıtasının adı farklıdır" diyor. Eski ve hakiki bir İstanbullu denizin üzerinde dolaşan kayıklara bakarak bunların devlet ricaline, zengin bir beye, reayadan birisine, şehzadelere veya tulumbacı neferlerine ait olduğunu hemen anlayabilirmiş: "Türklerin makam, rütbe ve hatta kıdeme verdikleri değer, kayıkçıların yaz kış kafalarından eksik olmayan küçük bereleri kadar değişmez bir kaidedir.

Velhasıl, padişahın saltanat kayığı, mesire yerine gidecekse yedi çifte olur; mektupçular 'beş çifte yağlı piyade' ile giderler. Padişahın esvap ve kahve takımları beş çifte piyade ile taşınır, tulumbacılar yangın yerine altı oturaklı kayıkla giderler; zengin beylerin piyadelerinde hizmetkârları ve kahvecileri, hatta güneş veya yağmurdan korunmak için şemsiye tutan adamları bulunuyorsa da saray veya devlet erkânından biri kayığıyla geçiyorsa, geleneklere göre şemsiye kapatılır; kırmızı şemsiye ise sadece saraya mahsus bir renktir."


Altın yaldızlı ve panjurlu


Sultan Abdülmecid denize o kadar düşkünmüş ki çeşit çeşit kayıklarından çoğunun modelini inşa edilmeden görür, kayık o beğenirse inşa edilirmiş... Tebdil gezmelerinde hep beyaz olan kayığını kullanmış Abdülmecid. Reşit Paşa'yı sadaretine davet etmek için onun Emirgân'daki yalısına gittiğinde yan yalıda bulunan İngiliz sefiri ve çevre yalıdakiler sultanın kayığını görünce "hayır ola" deyip pek korkmuşlar... Öyle ya, sultan bir paşayı kayığıyla ziyarete geliyor,  nasıl ürkmesinler! İstanbul, Beşiktaş'taki Deniz Müzesi'nde sergilenen "on dört çifte saltanat kayığı"nın dış süslemelerinde meyve ve yapraklar nakşedilmiş halde duruyor, baş tarafında kanatları açık kocaman altın yaldızlı bir kartal. Sultan Abdülmecid, köşküne perde yerine değişiklik yaparak altın yaldızlı panjurlar koydurmuş, üst kısmına da armasını yerleştirtmiş!.. Bu arada yaşamın inişli çıkışlı her anını paylaşmış bu kayıklar, haliyle hep eğlenceli ya da keyifli anlara da vesile olmamış. Örneğin Abdülmecid'in annesi Bezm-i Âlem Valide Sultan'ın naaşı, oğlunun saltanat kayığıyla Topkapı Sarayı'na nakledilmiş.

Tahttan indirildiği 30 Mayıs 1876 sabahı Sultan Aziz, beş çifte bir piyadeyle Topkapı Sarayı'na götürülmüş. Bir ayrıntı ilginç ve önemli: Beşinci haznedarı Arzıniyaz Kalfa ile cariye Şemsicihan'ın Hüseyin Avni Paşa ile olan siyasi ve duygusal ilişkilerinin ayyuka çıkması üzerine Paşa'yı memleketi Isparta'ya sürüyor. Paşa, Sultan Aziz'in tahttan indirilmesinde etkili olanlardan. İşte o Hüseyin Avni Paşa, padişahı Topkapı'dan vaktiyle onun kendisine hediye ettiği beş çifte kayıkla -ki bu bir piyade- alarak nispet yapar gibi Üsküdar'daki yalısının önünden geçirmiş ve sonra Çırağan Sarayları'nın hizmetkârlar için yapılan Feriye Dairesi'ne nakletmiş. Sultanın intihar mı, cinayet mi olduğu meçhul, meşhur ölümünün ardından 4 Haziran sabahı, naaşı, bu defa üç çifte bir saltanat kayığına konarak Topkapı Sarayı'na götürülmüş.

Bu arada Sultan Aziz'in saltanatı boyunca on altı kayığı olmuş; ikisi on üç çifte kürekli ve köşklü, ikisi yedi çifte, yedisi beş çifte, biri dört çifte, dördü üç çifte kürekli. On üç çifte kürekle hareket edenler 31, 32 mt. uzunluğunda, 2.35 mt. genişliğinde ve 3.10 mt. yüksekliğinde...

Piyadeyle Topkapı'ya nakil!

31 Ağustos 1876'da tahta çıkan Sultan II. Abdülhamid, bugün Deniz Müzesi'nde sergilenen on üç çifte saltanat kayığıyla Dolmabahçe'den Eyüp Sultan'a kılıç kuşanma merasimine gitmiş.  Yüzyıllar boyu tahta çıkan her yeni padişahın Topkapı Sarayı’ndan saltanat kayıklarıyla  Eyüp Sultan’a gidip dönemin şeyhülislamından onay alıp kılıç kuşandığını biliyoruz. II. Abdülhamid de bu kuralı bozmamak ve neredeyse zorla bunu gerçekleştirmiş olsa gerek, çünkü amcasının tahttan indirildikten sonra beş çifte bir piyadeyle Topkapı Sarayı'na götürülmesini uğursuz sayarak bu kayıklardan soğumuş ve kayıkları neredeyse hiç kullanmamış. Belki de öldürülme korkusuyla üzücü hatıralar iç içe geçti.

Yaşamın su kenarından Boğaz tepelerine kaymasıyla, yani Yıldız Sarayı'na geçişle birlikte ne yazık ki denizle padişahlık kurumunun bağlantısı iyice zayıflamış. O cânım, bakmaya doyamadığınız zarif ulaşım araçları Kasımpaşa Tersanesi'yle Dolmabahçe Kayıkhanesi’nde çürümeye terk edilmiş. Hem padişahın binmediği araca binmeye kim cesaret edebilir? Ne şehzadeler, ne de kadınlar kayıkların yanına yanaşmış... Sonraki dönemde Sultan Reşat ve Vahidettin zaman zaman kayıkları kullanmış kullanmasına ama yeni yapılanlar ne eski örnekler gibi gösterişli olmuş ne de denizle o kadar uyum içinde yaşanmış.

Yer; Beşiktaş Deniz Müzesi. Bahçenin içinde sağa kıvrılıp ikinci cam kapıdan geçin. Saltanat kayıklarına yaklaşın. Aralarında dolaşırken kayıkların çoğunun içine oturtulmuş cansız mankenlerden korkmayın. Gözünüzü kapatın, Osmanlı İstanbul’una gidin ve saltanatın simgesi o yüzer sarayların suda gezindiklerini hayal edin. Çok mu zorlanıyorsunuz? O zaman Cox'un yazdıklarından yola çıkarak düşsel bir İstanbul masalı yaratın: "Padişahın kayığı bir yaldız ve parıltı kütlesiydi. Güneşte büsbütün ışıldıyordu. Bu, kayıktan fazla bir şey, bir ihtişamdı. Edalı iniş çıkışlarıyla, suya vuran nefis pırıltıları ve gölgeleriyle adeta ruhlandırılmış, şairane bir varlık halinde idi.”

(Sealife Dergisi)

 

Arşiv
Açık
Abone ol çocuk