istanbul

GEZİ PARKI (2013)

test

Her şey ama her şey bir gaz bulutunun içinde yaşandı; zarar verirken daha da güçlendirdi, neredeyse bütün şehir solur, kapalı pencerelerden bile sızarken ınsanlar nefes alamaz hale geldi.

Kentlerindeki yeşil alanların bir bir ellerinden gitmesine isyan eden, günlerdir parkta seslerini duyurmaya çalışanlar da dışarıdan destek verenler de ne olduğunu anlayamadı.

İlk ateş Gezi Parkı’nda yakıldı. Parkı korumak için orada olacaklarına söz veren vekillerin de bulunmadığı, en savunmasız olunan bir anda, bir Cuma sabahı, şafak vakti, yüzleri maskeli kişiler parktaki çadırları yaktı. O çadırlardan öyle bir duman yükseldi ki gaz bulutu tüm ülkeye yayıldı. İnsanlar akın akın birbirini korur, dumanla boğulmamak için mücadele etmeyi öğrenirken, başbakan, hemen yanıbaşlarında bir yerde Türkiye’nin tütün kontrolündeki başarısını anlatıyordu. Akşam oldu, sabah oldu, açıklama gelmeyince sokaklar daha da kalabalıklaştı. İnsanlar kendilerine adeta savaş açmış emniyet güçlerine karşı durmaya çalışırken başbakan, ‘Yakıyorlar, yıkıyorlar. Bu mu demokrasi? O kışla yapılacak. İzni birkaç çapulcudan alacak değilim’ dedi.

Anneler çocuklarını ‘gaz maskeni aldın mı evladım’ diye uğurlamaya ve duman oradan oraya yayılmaya başladı; ‘çapulcu’ birden en sevilen sıfat oldu. Herşey anlam değiştirdi. Çapulcu, Toma, barikat, maske günlük kullanım dilinin vazgeçilmezi olurken Rennie’li sıvı, limon, sirkeli eşarp da onlara eşlik etti.

İstanbul İstanbul olalı böyle bir hikâye yaşamadı…

Ne kadar anlatılsa eksik kalacak bir hikâyeydi yaşanan.

 

 

İstanbul Valisi üç günün ardından yaptığı açıklamada güvenliğimiz için çalışan emniyetin eylemlerde ne kadar kibar olduğunu, ikna süreçlerini anlatırken ekran başındakiler acı acı gülümsüyordu. Peki kimdi bu maskeli kişiler?

Başta gençler, arkasından varlıklarına, kimliklerine, demokratik haklarına, otoriteye ve kendilerine karşı saygısızlığa karşı isyan bayrağını açanlar ısrarla onları samimi bulmayanları samimiyete, tutarlılığa, şeffaflığa ve şiddeti durdurmaya davet ettiler. Kimse dinlemedi.

Hiçbir şey tesadüf değildi ve hiçbir patlama da birikimsiz gerçekleşmiyordu da elleri sopalı kişilerden, polise taş atarak başbakanlığı ele geçirmeye çalışanlara, kask numaraları gizlenmiş emniyet mensuplarından sakin bir sokaktaki evlerin camlarından polis kıyafetli ve ellerindeki tabancalarla içeriyi gaza boğanlara çok bilinmeyenli bir denklem vardı karşımızda.

Sokaklarda barikatlar kurulurken deneyimli gruplar eylem acemilerini korudu, geriye itip nerede durulacağını, nasıl mücadele edeceğini öğretti, bir tür direniş antremanı yaptırdı, her şey garipti. Olayın seyri kısa sürede öyle bir değişim yaşadı ki şiddet ve gaz durmadıkça hayatlarında ilk defa maskelerle tanışan genci yaşlısı insanlar akın akın gazın içine atıldı. Toplumun psikolojisini okuyamayanların ve çoktan onlardan vazgeçmiş hissi verenlerin ve tabii basının aklına gelmeyen şeyler oluyordu. Sanal dünyanın içine doğmuş ve hayatlarında neredeyse hiçbir eyleme katılmamış çocuklar birden büyüyüverdiler. Facebook twitter ve dahi bilumum bilişim alemine hâkim bu çocuklar, başından beri başlarına gelenleri dinlemeyen, görmezden gelen, kendilerine haber kanalı, gazete sıfatı yükleyenlerin gerçek yüzüyle tanıştı. Öyle mi, dediler ve her şeyi kayıt altına almaya başladılar. Bilgiler, görüntüler peşisıra aktı. Ortalığı karıştırmak ve tozu dumana katmak isteyenlere karşı da bilinçlenmeye başladılar: ilginç bir sağduyuyla kirliler temizlerden ayıklanmaya çalışıldı. Bilgi denen şeyin ne kadar hassas olduğu ve doğrulamak gerektiği, haber alma hakkının olmamasının nelere yol açtığı bizzat yaşanarak anlaşıldı. Sokaklar doldu taştı; ünlüler ünsüzlere, sokak satıcıları gençlere, anneler babalara herkes herkese karıştı.

HER TÜR EZBER BOZULDU

İstanbul’dan yayılan dumanın ateşiyle siyaset, emniyet, otorite, basın, habercilik, samimiyet, ahlak, hak, hukuk, yerel yönetimler, muhalefetteki partiler her şey ama her şey yeni bir anlam, içerik kazandı. Ve ezberler bozuluverdi. Belli ki insanlar, özellikle de zeki, dünyayı takip eden, toplumu ayakta tutan değerlere sarılan gençler bu ezberlerden çok sıkılmışlardı. Tek duymak istedikleri, “tamam, anlaşıldı, burası park olarak kalacak, proje yeniden gözden geçirilecek ve Kışla Binası yapımı iptal edilecek” denmesiydi. Kimse onları dinlemedi, onlar da baskı altındaki tüm ruhlar gibi inanılmaz esprili üsluplarıyla cümlelerini twitter alemine ya da duvarlara kaydettiler.

“Edison bile pişman”

‘’Ya ameliyatlı yerime gelseydi”

“Türkiye güzel de çevresi kötü”

“Polis kardeş gerçekten gözlerimizi yaşartıyorsunuz”

“Biz sinek ilacını aracının arkasından koşmuş nesilleriz, gaz da neymiş”

“Tüp kaçağını çakmak yakarak kontrol eden bir milleti biber gazıyla korkutamazsınız”

“Sinirlenince çok güzel oluyorsun Türkiye”

Yaşadıklarıyla ve tüm çarpıklıklarla dalga geçerek herkesi şaşırttılar: Polislere taş atanlara kalkan oluyor, onlarla sohbet edip kayda alıyor, kandilleşiyor, dertleşiyor ve toplumun daha önce yaşadığı travmaların hiçbiriyle yüzleşilmemesine rağmen bir zeka ve bilinç sergiliyorlardı. İçinde tek kişide toplanmış yoğun bir öfke barındırmasının analizini uzmanlarına bırakalırsak kesin olan şuydu: Sokakta yaşananlar haksızlıklara karşı herkesi daha da isyankar ve dirençli yapmıştı.

Sonra bir gün Gezi çevresindeki gaz kokusu dağıldı. İnsanları günlerdir harabeden, yaralayan, şok eden bulut, alanı terk edince meydanda yavaş yavaş flamalar, bayraklar, afişler, sloganlarla parkta eylemi başlatan çocukların belki de hiç bilmediği toplumun bütün korkuları karşımıza dikildi.

Korku imparatorluğu hepimizle dalga geçercesine kendine üs olarak Taksim, İstiklal, Gezi Parkı çevresini mi seçmişti? Bütün nefretler, arzular, hayaller, ideolojiler ve bütün gerçekler buraya toplandı. Korkuların yanından geçiliyor ve umursanmıyordu...

Adını dahi duymadığımız örgüt isimleri duvarlarda, sloganlarıyla burada çok farklı şeyler yaşandığını anlatıyordu.

Böylece İstanbul’un Gezi Parkı’nda, inşaatın içinde kalmış o yeşil alanda bambaşka şeyler yaşanmaya başlandı.

Tüm bu karmaşa içinde kimse birbirinden korkmuyordu. Parkta ve çevresinde halay çekiliyor, orada konser veriliyor, burada kitap okunuyor, öte yanda yemek dağıtılıyor, çöpler toplanıyor, fideler dikiliyordu. Poma Hills, Tomalı Hacılar Köyü, Gezi Parkı Orantısız Zeka Kulübü, Çapulcu Dershanesi, Pastanesi, Faşo Ağa’nın Çadırı, GazKonmaz Sokak, Karadeniz İsyandadır Platformu, Robin Hood Şapkalılar, şaşıracak çok şey vardı burada... Elleri eldivenli karpuzcular, köfteciler, balık ekmekçiler… Gezi Parkı satıcılarıyla da kendi ekonomisini ve dayanışmasını yaratmıştı. Buraya yiyecek, içecek gönderen kişiler, şirketler… Limonata yapıp dağıtan çocuklar… Evlerden getirilen ve herkese dağıtılan yemekler, yiyecekler… Her geçen gün artan insan sayısıyla Gezi Parkı bir panayır yerine dönüştü. Tarih boyunca bütün ezilenler, yok sayılanlar burada toplandı. Mezbahalara karşı vegan gruplardan Marksizm, komünizm, sosyalizm sevenlere, TBMMOB’dan operacı ve tiyatroculara, pandomim yapanlardan Mülkün Sahibi Allahındır diyenlere, kapitalizme savaştan çevreci gruplara… Özgünlüğünü Anadolu’dan alan bir özgürlük ve insanlık sergisi açılmıştı sanki. Güneş panelleri yerleştirildi, kütüphane açıldı, kentine sahip çıkanlarla düşüncesine sahip çıkanlar yanyana geçiyor, çadırlar kurulyor ve onları görmezden gelen tüm ifadelerle dalga geçiyorlardı. Herkes birbirine karşı nazik ve saygılıydı. Korkmuyorlardı. Gezi Parkı, yepyeni bir yaşamın simgesi haline geldi. Abdullah Öcalan’ın ‘Sosyalizmde ısrar insan olmakta ısrardır’ pankartının yanından şöyle bir geçip Devrim Müzesi’ne ilerliyor, battaniyeler giysiler yıkanıyor, asılıyor, akşamları isteyen film seyrediyor, isteyen sohbet ediyor ve parkın korunacağı müjdesi (ve daha bir çok demokratik talep) gelmeden kımıldamayacaklarını ilan ediyorlardı.

Korku imparatorluğu İstanbul’da yerle bir mi edilmişti?

 

 

KİMSENİN ASKERİ OLMAYACAĞIZ

Dünyada ezilenlerin yanında yer alan, net desteğiyle onların sesine cevap veren anarşist gruplar öne geçti, hackerlar gençleri iyice kendilerine hayran bıraktı. Bu çocuklar kültür ve eğitimin yıllardır aceleci, plansız ve gerilimle geçiştirildiği, bir devlet olmanın en önemli ayakları olan adalet, güvenlik, hak ve özgürlüklerin içinin boşaltıldığına, imtiyaz ve keyfiyetin adaletsizliğine tanık olmuşlardı. Bu yüzden sosyal adalet yanlısı tüm fikirlere kucak açtılar. Zaten burası, Gezi Parkı, kamusal alandı, kamunun malıydı ve ticari amaçla, hele halka sormadan birilerinin çıkarına şekillendirilemezdi. İlle şunu yapacağım demek, ellerinde telefonları, bilgisayarlarıyla dünyayı izleyenleri yok saymak, tarih eğitimi zayıf olsa da tarihi şehirde yaşadığının bilincinde ve ona sahip çıkanları küçümsemek, kültürü inşaat algısına indirgemek ve daha pek çok neden birikimi iyice patlattı.  Belediyelere de ders verdiler, muhalefete de, basına da, büyük şirketlerin kendilerini yok sayan gücüne de. Hakkını arama yollarını tıkanmış gördükleri için mi acaba tencere tava kaşıkla protesto eylemleri yüceltildi? Öyleyse bile bu gürültüyü saatlerce kornaları da katarak sürdürmenin de bir şiddet içerdiği, bunun kentli kültürüne de insanın doğasına da demokratik yaşama da aykırı olduğu fark edilecek. Siyasetçilere demokrasi dersi verenlerin ve zeki protestolarla kendilerini ispatlayanların, sokaklarda özgürlük isteyenlerin, bu protestoyu yapmama özgürlüğünü de savunduklarına eminim. Zorla insanları nefretin tek bir kişide toplandığı protestolara yöneltenleri ayıklayarak, bunun yerine hukuka  ve demokratik haklara davet içeren daha anlamlı örgütlenmelere gideceklerine de...

‘Baskı şiddet ahlaksa biz ahlaksızız’, ‘Kimsenin askeri olmayacağız’, ‘Biz de Anneannemi evde zor tutuyoruz’, ‘Çapulcu Geldi Hanım’, ‘Başbakan %50 jokerini kullanacağına, seyirciye sorma hakkını kullanmalıydı’, ‘Simit Sat Onurlu Ol’ ‘Rabbime Sordum Diren Gezi Dedi’, ‘Aşırı Uç olan var mı’, ‘Ne AKP liberlizmi Ne CHP Kemalizmi’ve daha buralara sığamayacak kadar zeki ve bugüne kadar duymadığımız cümleler...

Başka bir şey yaşanıyordu burada…

UNUTULAN KALDIRIM VE KUBBELER

Gezi Parkı’nda kıyameti koparan kaldırım meselesini artık bilmeyen kalmadı. Peki böyle büyük bir proje yapılır ve kaldırımı unutulur mu? Aceleye getirilmemiş, ulusal/uluslararası sağlam bir proje yarışmasına, katılımcı demokrasiye layık değil miyiz? Taksim’de biraraya gelmiş ve ülkeleri için bilgilerini sunmaya hazır bu kadar yetişmiş insan gücüne yazık değil mi? Belki çok kişi bilmiyordur; Haliç’e yapılan metro köprüsünün de Sinan’ın hamamının kubbelerini yok edeceği de sonradan fark edildi ve proje değişti. Peki herkesin itirazına rağmen dinlenmeyen, Süleymaniye ve İstanbul’a hiç yakışmayan sıradan bir otoban köprüsü bu güzel tarihi şehre yakışıyor mu? Zeytinburnu gökdelenlerinin şehre yeni bir göksemt yaratacağını karşı kıyıdan bir aile dava açınca ‘farkeden’, kentsel dönüşümü sosyal yanlarını hiçe sayarak uygulamaya devam eden yerel yönetimcilik anlayışı hangi çağı yansıtıyor? Kötü mimarilerle sahte Boğaziçi semtleri oluşturmak, yeşil alanları üstün kamu güvenliğini hiçe sayarak inşaatlara açmak hangi yaşam kültürüne uygun? Kent konseyinin kurulması engellenen bu şehirde o kadar itiraz varken kışla da ısrarın nedeni ne? Daha pek çok soru sorulabilir ama esas ve açık olan gerçek, toplumun çoktan demokrasiye geçtiği ve muhalefetiyle birlikte siyasetin bilgisi, yapısı, üslubuyla onun gerisinde kaldığı.

Parkta ‘unutulmuş’ kaldırım nedeniyle kesilen ve direnişi başlatan ağaçların arkasındaki etrafı çevrili alana, orada fide ekenlere yaklaşıyorum; ‘domates, biber, hepsi çok güzel olacak burada’ diyor. Gülümsüyorum. ‘Yarın da limon, portakal ağaçları getireceğiz buraya.’ Burada bir Gezi Bostanı oluşturulmuş. Çiçekler, kompostlar, eğitimler...

ORADA NELER OLUYOR?

Tüm ayrımların da korkuların da alaşağı edildiği Taksim Gezi’si gerçekten görülmeden anlaşılacak bir yer değil. Görüntü öyle kolayca kırdırılamayacak bir dayanışmayı, muhabbeti işaret ediyor, herkes birbiriyle dost. Tesettürlü kız yanında barış güvercinli arkadaşıyla (çok seviyorlarmış birbirlerini ve komşularmış) ve cumhuriyetin nasıl kurulduğunu bilen bir yaşlı amca elinde Atatürk resimli bir afişle dolaşıyor. Gaz maskeli bir grup bale gösterisi yapıyor. Ötede pandomim gösterisi ... Yarın tiyatro sergilenecek. Öbür gün ölen gençler ve polis için saygı duruşu yapılacak. Hiç dinlenmemiş, kulak verilmemiş ne kadar sorun varsa hepsi bu parkta toplanmış,  birbirlerine saygı gösterip birlikte bir yaşam alanı kurmuşlar. Bir çadırkent gibi burası, gece uyku uyuyanların paraları vs. çalınmıyor, arka çadırdan birbirine yiyecek uzatıyorlar, sohbet ediyorlar. Bu arada ortam her geçen gün hem güzelleşiyor hem de farklılaşıyor; kuşların ölümüne neden olan, son derece gereksiz ve esas eylemleri yapanların hiç tasvip etmediği havai fişekler patlatanlar herkesi rahatsız ediyor. Sonra son günlerde çoğalan ve eyleme yürekten katılanları rahatsız eden ellerinde içkileriyle dolaşanlar var. Caddede kasalarla bira satanlar, dağıtanlar var.

Kimsenin gazına gelmek istemeyenler, siyasete yakın-özden uzak her cümleyi, eylemi dışlasalar da İstanbul’un ortasında hem kendine özgü ve belki de en yaratıcı hem de kesinlikle en özgür bu bienali yaratmışları derdin muhatabı olanlar neden dinlemiyordu?   

Kaldıraç diye bir grubun flamasını görüyorum, yaklaşıyorum, tabelasında ‘Dünyayı değiştirecek güç işçi sınıfıdır Elinde Kaldıraç Nirengi Noktası Marksizm” yazılı (noktasız, özgün hali bu). O sırada önümden ellerinde resimler Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu geçiyor. Herkes alkışlıyor, destek veriyor. Yürümeye devam ediyorum. Kapitalizm Kriz Sosyalizm Kurtuluş, Denizler Yaşıyor Leninistler Savaşıyor vb pek çok slogana Bu Halk Bir Harika Dostum, Kapitalizm Gölgesini Satamadığı Ağacı Keser eşlik ediyor. Kurtuluş, Genç Kurtuluş, bir sürü kurtuluş, bir sürü gençlik platformu, devrime inananlar ve bekleyenler, KESK, herkes birbirini dinliyor: Nev-i Şahsına Münhasır Özgürlük Alanı’na hoşgeldiniz. Köşede İbocu Dönüşüm Hareketi ile karşılaşıyorum.

Ezcümle bilmediğimiz örgüt isimleri de burada. Kötü sloganları karmaşık bir öfkenin tezahürü olarak görmezden gelirsek zeka fışkıran pekçok duvar yazısı artık bu kentin tarihine kayıtlı. Burada farklı, kalıplara girmeyen ve Türkiye gerçeğini anlatan bir sergi var. Bundan sonra basın, siyasetçiler, yerel yönetimler, sendikalar, demokrasiden söz eden her sivil grup kendine çeki düzen vermezse kimseyi kandıramayacak, bunu o Cuma günü başlatılan yüzleşme ve o alanda deneyimlenmiş bilinç sağladı. Kapitalizme karşı yanışa inanmayanlar, imkânsız, akıl dışı diyenler parkta ve çevresinde dolaşabilir, evet belki Türkiye’yi temsil etmiyor diyenler çıkabilir ama kimse sosyal adaletin cazibesini reddedemez sanırım. Herkesin kredi kartıyla yaşadığı ve borçlanmanın ayyuka çıktığı, bankacılık sisteminde müşterilere yönelik adaletsiz ve keyfiyetin hüküm sürdüğü bir toplum genciyle yaşlısıyla ayakta. Gaz bulutunun arkasından çıkan gerçeklerle birbirine sarılan kitleler sosyolojik ve siyasi açıdan çoğumuzu ürkütse de Özal’ın bilgi çağı masalını bile dinlememiş ama içine doğmuşlar ellerinde bilgisayarları, kredi kartları haksız kazanca isyan ederken çok açık sözlüler ve yaratıcılıkta sınır tanımıyorlar: “Çulıngen çapulingen is better than çalıngen çırpıngen”

HİKÂYE HİKÂYE İÇİNDE

Gezi Parkı yakınında bir mekânda üç arkadaş yemek yiyoruz; garson, direniş ve eylemler hakkında ne düşündüğümü soruyor. Demokratik ve bir hak arandığını, yerel yönetimlerin, muhalefetin, siyasetin, basının görev tanımlarını yeniden gözden geçirip, toplumun taleplerini ciddiye alması gerektiğini… Zaten bu büyük isyanın duyulduğunu, duyulmadıysa da bundan sonra atılacak adımlarla yanlışların uyarılacağını… ve artık direnişin de hukuki zemini öne çıkararak sağlam durmasının, farklılaşmasının zamanı geldiğini ve bunu doğru bulduğumu söylüyorum. Suratını büzüştürüyor ve pek hoşuna gitmediği için ara ara kızarak bakıyor.  Yemek sonunda çay içmek istiyoruz, ‘nasıl bardakta getireyim’ diye soruyor, Türk usulü cam bardakta çay rica ediyorum, diyorum, suratı biraz değişiyor. Siparişi tamamladıktan ve yazdıktan sonra kafasını kaldırıp tahmin ettiğim tepkisini gösteriyor: ‘Tamam, siz Türkiye usulü çay istiyorsunuz, anladım.’ Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ahaliye Türk denir diyerek gereksiz tartışmalara girmek vakit kaybı, aynı fikirde değiliz belli ki. Olsun. Pos cihazı sırasında bu bankanın protesto edildiğini söylüyoruz, ‘bu akşam ona bir şey yapalım mı o zaman’ diyor gülerek.  ‘Yok, paraları çekerek daha etkili protesto ediliyor, şiddete gerek yok’ dememizi garipsiyor. ‘Zaten hesabımda hiç para yok, mülkiyete de karşıyım’ diyor. Adalet mülkün temelidir desem konuşma uzayacak, susmak en iyisi...

Geceleri gözümün önünde İstanbul’un sayfiye semtlerinden birinde cılız provokasyonlarla başlayan istifa ve nefret çağrılarına tanıklık ediyorum. Israrla. Az kişiyse tekrar... Kim bunlar? Tam olarak ne istiyorlar? Davullarla çocukları arkalarına toplayıp ne yapmak istiyorlar? Sonra bazı tesettürlü arkadaşlarımın sokaklarda dolaşırken karşılaştıkları sevimsiz, anti demokrat tepkiler kulağıma geliyor? Kim bunlar? Orada toplananların ruhunu kim çarpıtmak istiyor?

Refik Halid Karay, 5 Temmuz 1922’de yazdığı Ago Paşa’nın Hatıratı’nda Sultanahmet’teki bir kuşçudan satın alınarak o sahipten bu sahibe gezinen Senegalli zavallı bir papağanı anlatır. Meşrutiyet, Abdülhamid dönemi, İttihat Terakki, savaş yılları derken bir dönem paşalığa kadar yükselen Ago’nun anıları acı gerçekleri anlatırken çok zeki ayrıntılarla dolu ve eğlencelidir de.  Anlarız ki Ago Paşa’nın ilk ezberi  ‘Millet Bahçesine Gidelim’le bozulmuştur. Sonra zorla ona ezberletilen Padişahım Çok Yaşa’dan Yaşasın Cemiyet’e, Yaşasın Niyaz Yaşasın Enver’den Yaşasın İttihak Terakki’ye, Şeriat İsteriz’den Yaşasın Sulh’e, Yaşasın Harp’ten Yaşasın Kuvayı Milliye’ye bağırır da bağırır. Değişen süreç içinde haliyle kimi ‘susturun şu melun kuşu’ der, kimi onu hediyelere boğar. Kuşbazı ona ‘Yaşasın Hürriyet’ demeyi talime başlar, ezberi kısa sürede kapar, içinde bulunduğu yeni sahibinin konağında hep tekrarlar. Dikkatini çeker, insanlar sanki hürriyetin ne demek olduğunu bilmezler. Ago Paşa’nın hizmetine tayin edilen zenci Cevher Ağa da anlamını bilmemektedir,  ‘yaşasın’ derler birbirlerine, ‘belki iyi bir şey amma galiba biz uhdesinden gelemeyeceğiz.

SEVGİLİ AGO PAŞA

Aradan yıllar geçer… İstanbul’da ne konaklar ne Cevher Ağa, ne zenci hizmetkârlar ne de Ago Paşa kalır. İnsanlar yine Yaşasın Hürriyet diye bağırmaktadır. Kişisel hak ve özgürlüklerinin fena halde farkında, demokrasiye inananları doğru okumak, onları dinlemek yeterliyken... Bu özel isyan ortamından faydalanmak isteyenlere karşı oluşturulmaya çalışılan ve başarılı olan sağduyunun bu ateşi söndürmeye ne kadar yeteceği bilinmezken... Hürriyeti, cumhuriyetin kazanımlarından farklı olarak algılayıp Ago Paşa’nın dönemindeki içi boş ya da birbirine kırdırıcı anlamlara sapanlar varken... Tek bir anlamlı cümlenin herkesi evine döndüreceği aşikârken...

Hürriyet demişken aklıma geldi... Son seçimlerden önce bindiğim takside bir radyo kanalındaki seçim konuşmalarına kulak kabartıp ‘herkes de masal anlatıyor, hiç inandırıcı değil’ dememle birlikte takım elbiseli genç, yakışıklı taksi şöforüyle göz göze gelmiştim. Siz kime oy vereceksiniz’den bir İstanbullu olarak özellikle kültürel, tarihi yerlerimizin korunmamasından, kimliğinin bozulmasından şikayetçiyime uzanan ve ‘Urfalıyım ben abla, bizim orada artık insanlar iş sahibi; hizmet geldi; hastaneler, okullar ile büyük faydasını gördük hükümetin,’ le devam eden muhabbette demokratik karar aldığını söylemişti: ‘Aşiretimizden 50 kişi Pazar günü biraraya geldik ve karar verdik.’ Bu nasıl demokrasi deyince, ‘Çok demokratiktik, herkes özgürce düşüncelerini paylaştı, tek tek fikir alındı, sonra aynı partiye oy vermeye karar verdik.’ Gayet kibar ve demokratik kararlarımıza saygılı birer vatandaş olarak vedalaşarak yolumuza devam etmiştik. İstanbul’un hikâyeleri bitmezdi. Hele yerlisi olsun, göçmeni olsun benim için İstanbullu şoförlerle muhabbetin tadına doyulmazdı.

En iyisi sevgili Refik Halid’i anarak Ago Paşa’sının hatıratındaki son cümlelerle bitirmek...

‘İnşallah, hayırlısıyle bir de can ve yürekten:

Yaşasın müsalâha*!

Demeğe muvaffak olurum, ondan sonra da ölsem de gam yemem!’

*müsalâha: barış, güvenlik

Arşiv
Açık

HALININ ALTI İstanbul 2010 yola çıktı!

Yaz öncesinde kentin çeşitli yerlerinde uçuşan “İstanbul 2010 yola çıktı” haberini görmüşsünüzdür.

Bir de yaz sonunda ilginç bir şekilde yine kentin bazı yerlerinde İstanbul 2010 logosu görüldü, otobüs üzerlerinde, otobüs duraklarında filan… Hani sanki yeni bir süt çıkmış da reklamı verilmiş, sanki bakkala gidip alacağınız yeni bir ürün söz konusu… Hem artık yeni çıkan sütün bile tanıtımı yapılıyor ki insanlar ilgilensin. Bu öyle mi? Adı üstünde kültürle ilgili, öyle yenilir yutulur bir şey değil, insanlar da haliyle yürüyüp gidiyor, ne olduğundan haberi yok.

İstanbul, çok az kişinin bildiği gibi 2010 yılının Avrupa Kültür Başkenti… Ne yazık ki çok az kişinin bildiği gibi diyorum, çünkü şunun şurasında sadece bir yıl kaldı ve üç yıl boşa gitti. Niye boşa gitti? Çünkü bu unvanın en kilit noktasında halkın katılımını sağlamak duruyordu; yaşadıkları kentle ilgili onları bilinçlendirmek, her gün geçtikleri yerlere, kentlerine farklı bakmalarını, onu sahiplenmelerini sağlamak… Ama ne yazık ki kimsenin bu konunu ne olduğu konusunda açık ve net bir bilgisi yok.

Öncelikle bir şehir efsanesine dönüşen yanlış bilgiye son verelim, çünkü yöneticiler de dahil bu tür açıklamalar yapıyor. Bilen bilmeyene söylesin: İstanbul’a kültür başkentliği muazzam tarihi, kültürü, geçmişi, şahane bir şehir olduğu için verilmedi. Bu özellikler, bu unvanı almaya yetmiyor, zaten kenti, başta kentin sivilleri ve sonra yerel kurumları olarak siz aday olarak sunuyorsunuz, onlar gelip size bunu vermiyor. Siz, aday gösterenler, çeşitli projeler aracılığıyla kentin kültürel hayatını sahici ve kalıcı olacak şekilde –bunun da kriterleri var tabii ki- canlandıracağınızın sözünü veriyorsunuz,  hazırladığınız projeler paketini savunuyorsunuz. Sunulan proje ne kadar sahiplenilmiş, ne kadar sahici diye de sorgulanıyor. Seçilen kent kültürel altyapısını geliştireceğinin, kültürel demokrasiyi yerleştirmeye çalışacağının (en azından), bu ortamı yaratmak için tarafları bir araya getireceğinin ve daha pek çok şeyin sözünü veriyor. Konu zaten kültür; kültür de aynen eğitim gibi kısa vadede sonuca gidilmeyecek bir alan, stratejiler/gönüllük/inanç/hedefleri iyi belirleme/kararlılık gerektiriyor. Çünkü süreklilik, kalıcılık ancak bunun sonucunda yerleşebiliyor. Bu unvanı alan ve başarılı kültür başkentliği yapmış kentlere baktığınızda, kentlerin kültürel anlamda ve pek çok açıdan -insani/zihinsel/fiziki/sürekliliği olan şekilde- olumluya ve bilinçlenmeye dönük dönüşüm geçirdiklerinin öne çıktığını görüyoruz. Bu konuda yapılmış iki ciltlik bir raporda zaten başarı/başarısızlık ölçüleri bu raporda bir güzel sıralanmış. 

Bir başka yanlış bilgiyi de hatırlatmakta yarar var; bu unvan bu kent ve bu kentin insanı için verildi. Hani kompleksli insan misali yabancılara İstanbul’u tanıtmak diye bir söylem tutturulmuş, bizim burada yapacaklarımız elbette buraya kültür sanat insanlarını getirecek, elbette kültür turizmi normalin üç katı gelir getirir ama eğer siz bunu içselleştirememiş ve dönüşüm yaratamamışsanız herhangi festivalden ne farkı var bu başkentliğin?

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Genel Sekreteri Eyüp Özgüç, İstanbul'a yapılacak her türlü yatırımın, İstanbul aracılığıyla Türkiye'nin yurtdışında daha fazla dikkat çekmesini, itibar kazanmasını ve destinasyon olarak seçilmesini sağlayacağını vurgulamış. İstanbul 2010 Ajansı olarak, önümüzdeki 3 yılda İstanbul'u halkın da katkılarıyla, bir ‘Marka Kent’ haline getireceklerini ifade etmiş, bunun Türkiye’nin geleceğine yatırım olduğunu kaydetmiş ve Amme Alacaklarının Tahsil Usulü hakkındaki Kanunun, Avrupa Kültür Başkenti ile ilgili ihtiyaç duyulan seferberlik ruhunu yansıttığını belirtmiş! Keşke o seferberlik ruhu yansıtılabilseydi, ta başından ısrarla arayan gönüllüler projeye katılıp çoktan yola koyulsaydı, hedef doğru anlatılıp aynen seferberlik zamanı gibi büyük dönüşüm yaratılabilseydi. İstanbul’un zaten bir marka olduğunu, bu kentte her uygulananın örnek alındığını söylemeye gerek yok.  

Şurası çok açık: Biz, sivil olarak başlamış bir hareketi şişire şişire bir kamu kurumuna dönüştürdük. Hani gönüllülük, hani hep birlikte bir şeyler başarma… O kadar kalabalık kurullar kurulmuş ki kımıldaması imkansız. Başka kent örneklerinde de kalabalıklar görebilirsiniz ama bunlar işleyen kalabalıklardır, ona göre bir organizasyon şeması kurulmuş ve tıkır tıkır işletmeye koymuşlardır. 2010 web sitesine yazmışlar, ‘2010’a gider iken her telden’ diye…  Gerçekten her telden gidiyor. Başkentlik unvanının alınmasına yol açan projeler sanki sunulmamış gibi bir açıklama yapılmadan alaturka bir kafayla çöpe atılıyor, onların kopyalarına yol veriliyor, yüksek bütçeli ve birilerinin işine gelenlerse uygulamaya konuyor. Bunlar halkın katılımını sağlayacak, dönüşüm yaratacak büyük projeler mi? Yoo…  

Bu arada ilginizi çekti mi bilmem ama benim için fazlasıyla merak konusu bu durum; İstanbul 2010 ile ilgili hükümet ve yetkililer sürekli toplantı yapıp duruyor ama ne ilginçtir ki basın ve medya genel yayın yönetmenlerinin bilgilendirildiği toplantı sonrası bile durum değişmiyor, nedense yer vermiyorlar. Büyük gazetelerin kültür sanat şefleri bile İstanbul 2010’un ne olduğunu bilmediği için, işbirliği yapılması gereken medya, grubun yanında yer almıyor. 

 

Gerçekçi olalım: Sadece bir yıl kaldı. Unvanı aldıktan sonra kalan süre azdı, hemen belli hedefler çerçevesinde inançla ve tam zamanlı çalışacak, dinamik bir kadro kurulması gerekiyordu. O sırada herkesin hevesi ve isteği vardı, ezber dışında pek çok şey yapabilirdiniz. Evet çok kollu ve zor bir projeydi bu ve çok iş bekliyordu bizi, ama vizyon sahibiyseniz, kültür insanıysanız ve elbette değişime inanır, hedefler belirler, bunları doğru anlatır, ortamı yaratırsanız her şey mümkündü. Hem bizim insanımız sürprizlidir, aslına bakarsanız kolay öğrenir, bir hedef koyduğunuzda o hedef doğru anlatılır, kazançlar açık bir dille ortaya konursa çok güzel ilerler ve elinden geleni yapar. Dönüştürme, yeniden oluşturma gücü şaşırtıcıdır, yeter ki varolan potansiyel ciddiye alınsın, doğru değerlendirilsin ve iyi/güzel bir şeyler yapmak için yola çıkılsın. Varolan potansiyeli doğru değerlendirmekse bir vizyon ve inanç meselesidir. 

Ezcümle… Kendi kafanızdan olmayan bir şeyleri oturup varmış gibi anlatabilirsiniz, hikâye uydurabilirsiniz, göz boyayabilirsiniz ama akan zamanı geri döndüremezsiniz. Bir şeyi varmış gibi gösterebilir, hatta buna kendiniz bile inanabilirsiniz ama konunun özüne yönelik gerçekçi olmazsanız kendi kendinizi kandırmış olursunuz… Binbir Gece masalları değil ki bu, nereye kadar dinleyen bulacaksınız?.. Ve imaj… İmaj aslına bakarsanız hiçbir şeydir, üstüne serpilmiş altın tozları üflediğinizde gerçekler tüm sahiciliğiyle karşınıza dikilir. 

 

Avrupa Kültür Başkenti nedir?

Her şeyden önce bir kültür sanat projesi. Ama kültürü zor ve anlaşılmaz bir kavram olmaktan çıkarmayı; kültürün toplumsal ve bireysel yaşamdaki dönüştürücü gücünü akılcı ve katılımcı projelerle halkın yaşamına sokması gereken bir proje… 

Büyük bir sosyal sorumluluk projesi: Kentlerin kültürel, sosyal, mimari, kentsel, sanatsal dönüşümünü sağlaması esas… 

Geniş bir alana yayılması, halkın proje hakkında bilgilendirilmesi projeyi sahiplenmesine yol açacağından iletişimin net ve anlaşılabilir olması şart. 

Çok katmanlı olduğu için şeffaflık ve dürüstlük önemli.

Kentte yaşayanların kentini tanıması çok önemli, çünkü bu bir kentlilik bilinci oluşturuyor, sahiplenmelerine, onu sevmelerine, gurur duymalarına yol açıyor, bu tür tanışmalar için pek çok proje geliştirmek ve böyle hedefe ulaşmak mümkün.  

Başarılı bir başkent olmak, güçlü partnerlerle proje paydaşlarının açık ve net hedeflerle uzun vadeli bir planlamaya soyunmalarına ve bunu yerel halkın  katılımıyla sağlamalarına bağlı…

Stratejilerle altyapıyı oluşturmak, kalıcı olmasını ve uluslar arası platforma açılmasını sağlayacak bir proje.

Uzun vadeli etkilerinin olması en can alıcı nokta. 

Başarısız kentlerin hataları:

Kültür başkentleri bir yıllık başkent deneyimlerinde yer alan projelerin gerçekleştirilmesine ve fon bulmaya çalışınca geleceğe yatırıma çok az zaman kalıyor. Bugün buna pişmanlar. Ve tekrar bu deneyimi yaşasalar, daha kaliteli ama daha az sayıda projeye zaman harcayarak iyi bir strateji oluşturup kültürel altyapının kalıcı olmasına çalışırız. demişler. 

Kültür başkentliğinde dikkat yeni ya da yenilenmiş kültürel mekanlar, özel projeler üzerinde yoğunlaşıyor. Ancak imajın dönüşümü, güvenin artırılması, ortamın düzeltilmesi/iyileştirilmesi ve bilgiyle deneyimin artırılması ölçümü zor ama önemi göz ardı edilmemesi gereken unsurlardan. 

AKB deneyiminde çalışmış insanların profesyonel yaşamlarına katkıda bulunmak çoğu kentin göz ardı ettiği bir şey. Oysa insanların yeteneklerini, isteklerini çoğaltmak, bir şehirde yeni bir bina yapmaktan daha etkili bir dönüşüm sağlıyor. Yine de bu strateji çok az kurdele kesimine yol açtığından siyasetçiler genelde yeni binalar yapmayı tercih ediyor.  Dolayısıyla siyasetle ilgili dengeye özellikle önem gösterilmeli. 

Ne yazık ki yerel yöneticiler genelde kültür başkentliğini kentin pazarlanması ve uluslararası profilinin yükseltilmesi olarak algılıyor. 

Başkentliğin birleştirici konsepti olan kültür ve kültürel gelişim başka çıkarlarla gölgeleniyor.

 

(Bu yazım, Kasım 2008'de www.tayproject.org/haber.html 'de HALININ ALTI başlığı altında yayınlandı)

Bu da güncel not: Benim de koordinatör olarak çalışıp, çok emeğimin geçtiği, Avrupa Kültür Başkenti unvanının alınmasından kısa bir süre sonra, ne yazık ki olacakları görüp ayrıldığım proje kitapçığı görsellerinden birkaçını da yazıya koydum. Bu yazıdakiler, 2005 hayallerinden bazı sayfalar. Unvanın sınav gününde (evet, kitapçık ve sunumla bağlantılı sorular soruluyor) AB jüri üyeleri bile şaşırmış, eğer böyle bir başkent gerçekleştirmeyi başarırsanız en demokratik Avrupa Kültür Başkenti olursunuz demiş, heyecanlanmışlardı. Tanığım. 

 

 

 

Arşiv
Açık

Saltanat Kayıkları: Ruhlandırılmış Şairâne Varlıklar

Sultan, minik köşkünün içine yerleştirildiğinde, etrafındaki sessiz hareketler yerini gizli bir telaşa bıraktı... Köşkün perdelerinin arasından henüz etrafı seyretmeye başlamıştı ki görkemli ve zarif aracı, suyun üstünde kaymaya başladı: İpek yelek giymiş kürekçiler, çok ünlü bir dans topluluğunun işini çok iyi yapan, iddialı gösterilerini müthiş bir uyum içinde sergileyen dansçılarına dönüştü. Aksayan tek bir hareket yoktu. Kayığın içinde öne arkaya gidip gelerek suyun üzerini gümüş rengine çevirdiler ve işin ilginci kıpır kıpır, "civelek" bu gidiş ve insanı hayal âlemine sürükleyen bu görüntü gerçekti. Onlar saltanatın kayıklarıydı... Masal şehir İstanbul’da suyun üstünde göründüklerinde göz alırlardı. Zamanın daha sessiz ve ağır aktığı bu dönemde tevazuyla gösteriş arasında denge kurmaya çalışan saltanatın simgelerinden biriydiler.

"Bu kayıklar çok süslü ve görülmeye değer güzelliktedir. Kıç, baştanbaşa fildişi, abanoz yahut deniz aygırı dişindendir. Seksen seçme kürekçisi vardır. Her kürekte ikişer kişi bulunur. Bir tarafta yirmi kürek vardır. Kürekçiler hep beyaz mintan ve kırmızı serpuş giyerler. Kürek çekerken de çok defa haykırırlar. Sebebini bilmiyorum. Padişahın yanına aldığı vükelâsı müstesna, maiyetindeki dilsizlerle cüceler daima bir başka kayıkta takip ederler, çok kere kadınları da..."

Boğaz’ın ortasında beyaz mintanlı, kırmızı serpuşlu haykıran kürekçiler… Bir başka kayıkla ona eşlik eden dilsizlerle cüceler ve de kadınlar…”Gemi inşa sanatında pek muvaffakiyetli ve türünün ince birer örneği olan saltanat kayıklarında güzellik ve ihtişam en sade bir üslupla ifade edilmişti. Köşklü, kuşlu gibi isimlerle anılan saltanat kayıklarının muhtelif boyda olanları vardı. On üç çifte kürekle hareket edenler ekseriya otuz bir, otuz iki metre uzunluğunda, 2.35 metre genişliğinde ve 3.10 metre yüksekliğinde inşa edilirlerdi. Saltanat kayıklarının kıç taraflarında hükümdarların oturmasına mahsus köşk bulunur, başları uzun yahut kıvrık olurdu. Kıç ve baş tezyinatını muhtelif şekillerde ve üzerleri altın yaldızlı oymalar teşkil ederdi. Kayıkların baş tarafında ayrıca tahtadan yahut gümüşten yapılmış kartallar ve deniz kuşları bulunurdu. Kayıklara çekilen fenerler de gümüşten mamuldü."

Döneminin sanat üsluplarına göre süslemeleri değişse de Osmanlı İmparatorluğu'nun hemen her döneminde -bazı istisnalar hariç- kullanıldılar. Sultanlar Cuma selamlığı, kılıç kuşanma, tahta çıkma törenlerine bu kayıklarla gittiler. Ayrıca şehir gezileri, tahttan düşünce eski saraya nakledilme, ava çıkma, ramazan eğlenceleri, harem kadınlarının ziyaretleri gibi amaçlarla kullanılan saltanat kayıkları dönemin incecik, zarif ulaşım araçlarıydı.

Güm güm güm...

Suyun içinde su gibi aktıkları düşünün… Minik köşklerinde sultanın taht gibi koltuğu ya da kanepesi var, ki önceleri puflu minderlerle divanlara uzanır ve imparatorluk rengi olan al şemsiyenin altında geziler yaparlarmış. Batılılaşma sonrası gösteriş öne çıkınca tahtanın içine altın parçalar katılarak imal etmişler; çatıları yükselmiş, hatta bazılarında kubbe biçimini almış. Adına köşk deniyorsa perdeleri de olmalı! Perdelerin içi genelde beyaz, krem ya da yeşil renklerden, dışıysa çok koyu ve parlak kırmızı renkte atlastan... Bu perdelerin kenarları sırma bordürle çevrilir, bazen de gerçek incilerle süslenirmiş... 

Sultanın saltanat kayığına binip suya açılması tüm kente Kız Kulesi'nden atılan top atışlarıyla duyurulur, önü sıra altı büyük kayık yol açmak için gidermiş, ki bunların adı Sandalya. Sonra mabeyncileri taşıyan altı kayık... Alayın iki yanında dizinin sonuna kadar zincir gibi bir sıra kayık daha... Önde giden kim varsa, yüzleri hep sultana dönük dururmuş. Mabeynciler de dahil. Padişah kayığının dümenini Bostancıbaşı tutar –ki Bostancılar kıyı boyunca asayiş, sarayın bahçe ve teftişi gibi görevlerden sorumlu kentin en önemli yöneticilerinden ve Bostancıbaşı Defterleri de tarihi belgeler arasında en önemlilerinden-,  ve bir tür rehberlik yaparak sultanın sorularına cevap verirmiş. Bir de, Kız Kulesi'nde dizilen Bostancılar var ki, onlar sultan yakınından geçerken eğilerek selâma duruyorlar. 

Denizden faydalanmaya yönelik bir ulaşım dönemi… Boğaziçi rengârenk; iri kıyım, hep pamuklu geniş şalvarla yarım ipekli bir gömlek giyen, kafalarında küçük kırmızı takkeyle pazar kayıkçıları insanları taşıyor. Çeşitli kayık adları var. Peremeler, Pazar Kayıkları'ndan önce kullanılan kayıkların adı. Sonra Piyadeler... Vezirleri, saray görevlilerini, zengin ve orta halli halkı taşıyan bir tür lüks deniz taksileri bunlar; en küçükleri ve tabii ki hafifleri kayıkçıdan başka iki yolcu alıyor, en büyükleri dört ila altı yolcu kapasitesinde. Sarayın da Piyadeleri var ama saltanata ait bir Piyade, her zaman için boyu, köşkleri, süslemeleri, kürek sayısının fazlalığıyla kendini belli ediyor. Aslında tipleri ve formları aynı. III. Selim, "Piyadeler nazik olmalı" dermiş: İçine bindiğinde sarsmayacak, insanı hızla istediği yere ulaştıracak...

Adolphus Slade'in "Kaptan Paşa" adlı eserinde, "Kayıklar, Türk oymacılık sanatının birçok yüzünü yansıtır. Bordaları, küpeşteleri, yelkenleri bile pek ince süslerle bezenmiştir. Türklerin nakkaş dedikleri boyacılar sonradan bu hatları altın yaldızlar ve çeşitli boyalarla işlerler. Türklerin dilinde her deniz vasıtasının adı farklıdır" diyor. Eski ve hakiki bir İstanbullu denizin üzerinde dolaşan kayıklara bakarak bunların devlet ricaline, zengin bir beye, reayadan birisine, şehzadelere veya tulumbacı neferlerine ait olduğunu hemen anlayabilirmiş: "Türklerin makam, rütbe ve hatta kıdeme verdikleri değer, kayıkçıların yaz kış kafalarından eksik olmayan küçük bereleri kadar değişmez bir kaidedir.

Velhasıl, padişahın saltanat kayığı, mesire yerine gidecekse yedi çifte olur; mektupçular 'beş çifte yağlı piyade' ile giderler. Padişahın esvap ve kahve takımları beş çifte piyade ile taşınır, tulumbacılar yangın yerine altı oturaklı kayıkla giderler; zengin beylerin piyadelerinde hizmetkârları ve kahvecileri, hatta güneş veya yağmurdan korunmak için şemsiye tutan adamları bulunuyorsa da saray veya devlet erkânından biri kayığıyla geçiyorsa, geleneklere göre şemsiye kapatılır; kırmızı şemsiye ise sadece saraya mahsus bir renktir."


Altın yaldızlı ve panjurlu


Sultan Abdülmecid denize o kadar düşkünmüş ki çeşit çeşit kayıklarından çoğunun modelini inşa edilmeden görür, kayık o beğenirse inşa edilirmiş... Tebdil gezmelerinde hep beyaz olan kayığını kullanmış Abdülmecid. Reşit Paşa'yı sadaretine davet etmek için onun Emirgân'daki yalısına gittiğinde yan yalıda bulunan İngiliz sefiri ve çevre yalıdakiler sultanın kayığını görünce "hayır ola" deyip pek korkmuşlar... Öyle ya, sultan bir paşayı kayığıyla ziyarete geliyor,  nasıl ürkmesinler! İstanbul, Beşiktaş'taki Deniz Müzesi'nde sergilenen "on dört çifte saltanat kayığı"nın dış süslemelerinde meyve ve yapraklar nakşedilmiş halde duruyor, baş tarafında kanatları açık kocaman altın yaldızlı bir kartal. Sultan Abdülmecid, köşküne perde yerine değişiklik yaparak altın yaldızlı panjurlar koydurmuş, üst kısmına da armasını yerleştirtmiş!.. Bu arada yaşamın inişli çıkışlı her anını paylaşmış bu kayıklar, haliyle hep eğlenceli ya da keyifli anlara da vesile olmamış. Örneğin Abdülmecid'in annesi Bezm-i Âlem Valide Sultan'ın naaşı, oğlunun saltanat kayığıyla Topkapı Sarayı'na nakledilmiş.

Tahttan indirildiği 30 Mayıs 1876 sabahı Sultan Aziz, beş çifte bir piyadeyle Topkapı Sarayı'na götürülmüş. Bir ayrıntı ilginç ve önemli: Beşinci haznedarı Arzıniyaz Kalfa ile cariye Şemsicihan'ın Hüseyin Avni Paşa ile olan siyasi ve duygusal ilişkilerinin ayyuka çıkması üzerine Paşa'yı memleketi Isparta'ya sürüyor. Paşa, Sultan Aziz'in tahttan indirilmesinde etkili olanlardan. İşte o Hüseyin Avni Paşa, padişahı Topkapı'dan vaktiyle onun kendisine hediye ettiği beş çifte kayıkla -ki bu bir piyade- alarak nispet yapar gibi Üsküdar'daki yalısının önünden geçirmiş ve sonra Çırağan Sarayları'nın hizmetkârlar için yapılan Feriye Dairesi'ne nakletmiş. Sultanın intihar mı, cinayet mi olduğu meçhul, meşhur ölümünün ardından 4 Haziran sabahı, naaşı, bu defa üç çifte bir saltanat kayığına konarak Topkapı Sarayı'na götürülmüş.

Bu arada Sultan Aziz'in saltanatı boyunca on altı kayığı olmuş; ikisi on üç çifte kürekli ve köşklü, ikisi yedi çifte, yedisi beş çifte, biri dört çifte, dördü üç çifte kürekli. On üç çifte kürekle hareket edenler 31, 32 mt. uzunluğunda, 2.35 mt. genişliğinde ve 3.10 mt. yüksekliğinde...

Piyadeyle Topkapı'ya nakil!

31 Ağustos 1876'da tahta çıkan Sultan II. Abdülhamid, bugün Deniz Müzesi'nde sergilenen on üç çifte saltanat kayığıyla Dolmabahçe'den Eyüp Sultan'a kılıç kuşanma merasimine gitmiş.  Yüzyıllar boyu tahta çıkan her yeni padişahın Topkapı Sarayı’ndan saltanat kayıklarıyla  Eyüp Sultan’a gidip dönemin şeyhülislamından onay alıp kılıç kuşandığını biliyoruz. II. Abdülhamid de bu kuralı bozmamak ve neredeyse zorla bunu gerçekleştirmiş olsa gerek, çünkü amcasının tahttan indirildikten sonra beş çifte bir piyadeyle Topkapı Sarayı'na götürülmesini uğursuz sayarak bu kayıklardan soğumuş ve kayıkları neredeyse hiç kullanmamış. Belki de öldürülme korkusuyla üzücü hatıralar iç içe geçti.

Yaşamın su kenarından Boğaz tepelerine kaymasıyla, yani Yıldız Sarayı'na geçişle birlikte ne yazık ki denizle padişahlık kurumunun bağlantısı iyice zayıflamış. O cânım, bakmaya doyamadığınız zarif ulaşım araçları Kasımpaşa Tersanesi'yle Dolmabahçe Kayıkhanesi’nde çürümeye terk edilmiş. Hem padişahın binmediği araca binmeye kim cesaret edebilir? Ne şehzadeler, ne de kadınlar kayıkların yanına yanaşmış... Sonraki dönemde Sultan Reşat ve Vahidettin zaman zaman kayıkları kullanmış kullanmasına ama yeni yapılanlar ne eski örnekler gibi gösterişli olmuş ne de denizle o kadar uyum içinde yaşanmış.

Yer; Beşiktaş Deniz Müzesi. Bahçenin içinde sağa kıvrılıp ikinci cam kapıdan geçin. Saltanat kayıklarına yaklaşın. Aralarında dolaşırken kayıkların çoğunun içine oturtulmuş cansız mankenlerden korkmayın. Gözünüzü kapatın, Osmanlı İstanbul’una gidin ve saltanatın simgesi o yüzer sarayların suda gezindiklerini hayal edin. Çok mu zorlanıyorsunuz? O zaman Cox'un yazdıklarından yola çıkarak düşsel bir İstanbul masalı yaratın: "Padişahın kayığı bir yaldız ve parıltı kütlesiydi. Güneşte büsbütün ışıldıyordu. Bu, kayıktan fazla bir şey, bir ihtişamdı. Edalı iniş çıkışlarıyla, suya vuran nefis pırıltıları ve gölgeleriyle adeta ruhlandırılmış, şairane bir varlık halinde idi.”

(Sealife Dergisi)

 

Arşiv
Açık
Abone ol istanbul