test

GEZİ PARKI (2013)

Her şey ama her şey bir gaz bulutunun içinde yaşandı; zarar verirken daha da güçlendirdi, neredeyse bütün şehir solur, kapalı pencerelerden bile sızarken ınsanlar nefes alamaz hale geldi.

Kentlerindeki yeşil alanların bir bir ellerinden gitmesine isyan eden, günlerdir parkta seslerini duyurmaya çalışanlar da dışarıdan destek verenler de ne olduğunu anlayamadı.

İlk ateş Gezi Parkı’nda yakıldı. Parkı korumak için orada olacaklarına söz veren vekillerin de bulunmadığı, en savunmasız olunan bir anda, bir Cuma sabahı, şafak vakti, yüzleri maskeli kişiler parktaki çadırları yaktı. O çadırlardan öyle bir duman yükseldi ki gaz bulutu tüm ülkeye yayıldı. İnsanlar akın akın birbirini korur, dumanla boğulmamak için mücadele etmeyi öğrenirken, başbakan, hemen yanıbaşlarında bir yerde Türkiye’nin tütün kontrolündeki başarısını anlatıyordu. Akşam oldu, sabah oldu, açıklama gelmeyince sokaklar daha da kalabalıklaştı. İnsanlar kendilerine adeta savaş açmış emniyet güçlerine karşı durmaya çalışırken başbakan, ‘Yakıyorlar, yıkıyorlar. Bu mu demokrasi? O kışla yapılacak. İzni birkaç çapulcudan alacak değilim’ dedi.

Anneler çocuklarını ‘gaz maskeni aldın mı evladım’ diye uğurlamaya ve duman oradan oraya yayılmaya başladı; ‘çapulcu’ birden en sevilen sıfat oldu. Herşey anlam değiştirdi. Çapulcu, Toma, barikat, maske günlük kullanım dilinin vazgeçilmezi olurken Rennie’li sıvı, limon, sirkeli eşarp da onlara eşlik etti.

İstanbul İstanbul olalı böyle bir hikâye yaşamadı…

Ne kadar anlatılsa eksik kalacak bir hikâyeydi yaşanan.

 

 

İstanbul Valisi üç günün ardından yaptığı açıklamada güvenliğimiz için çalışan emniyetin eylemlerde ne kadar kibar olduğunu, ikna süreçlerini anlatırken ekran başındakiler acı acı gülümsüyordu. Peki kimdi bu maskeli kişiler?

Başta gençler, arkasından varlıklarına, kimliklerine, demokratik haklarına, otoriteye ve kendilerine karşı saygısızlığa karşı isyan bayrağını açanlar ısrarla onları samimi bulmayanları samimiyete, tutarlılığa, şeffaflığa ve şiddeti durdurmaya davet ettiler. Kimse dinlemedi.

Hiçbir şey tesadüf değildi ve hiçbir patlama da birikimsiz gerçekleşmiyordu da elleri sopalı kişilerden, polise taş atarak başbakanlığı ele geçirmeye çalışanlara, kask numaraları gizlenmiş emniyet mensuplarından sakin bir sokaktaki evlerin camlarından polis kıyafetli ve ellerindeki tabancalarla içeriyi gaza boğanlara çok bilinmeyenli bir denklem vardı karşımızda.

Sokaklarda barikatlar kurulurken deneyimli gruplar eylem acemilerini korudu, geriye itip nerede durulacağını, nasıl mücadele edeceğini öğretti, bir tür direniş antremanı yaptırdı, her şey garipti. Olayın seyri kısa sürede öyle bir değişim yaşadı ki şiddet ve gaz durmadıkça hayatlarında ilk defa maskelerle tanışan genci yaşlısı insanlar akın akın gazın içine atıldı. Toplumun psikolojisini okuyamayanların ve çoktan onlardan vazgeçmiş hissi verenlerin ve tabii basının aklına gelmeyen şeyler oluyordu. Sanal dünyanın içine doğmuş ve hayatlarında neredeyse hiçbir eyleme katılmamış çocuklar birden büyüyüverdiler. Facebook twitter ve dahi bilumum bilişim alemine hâkim bu çocuklar, başından beri başlarına gelenleri dinlemeyen, görmezden gelen, kendilerine haber kanalı, gazete sıfatı yükleyenlerin gerçek yüzüyle tanıştı. Öyle mi, dediler ve her şeyi kayıt altına almaya başladılar. Bilgiler, görüntüler peşisıra aktı. Ortalığı karıştırmak ve tozu dumana katmak isteyenlere karşı da bilinçlenmeye başladılar: ilginç bir sağduyuyla kirliler temizlerden ayıklanmaya çalışıldı. Bilgi denen şeyin ne kadar hassas olduğu ve doğrulamak gerektiği, haber alma hakkının olmamasının nelere yol açtığı bizzat yaşanarak anlaşıldı. Sokaklar doldu taştı; ünlüler ünsüzlere, sokak satıcıları gençlere, anneler babalara herkes herkese karıştı.

HER TÜR EZBER BOZULDU

İstanbul’dan yayılan dumanın ateşiyle siyaset, emniyet, otorite, basın, habercilik, samimiyet, ahlak, hak, hukuk, yerel yönetimler, muhalefetteki partiler her şey ama her şey yeni bir anlam, içerik kazandı. Ve ezberler bozuluverdi. Belli ki insanlar, özellikle de zeki, dünyayı takip eden, toplumu ayakta tutan değerlere sarılan gençler bu ezberlerden çok sıkılmışlardı. Tek duymak istedikleri, “tamam, anlaşıldı, burası park olarak kalacak, proje yeniden gözden geçirilecek ve Kışla Binası yapımı iptal edilecek” denmesiydi. Kimse onları dinlemedi, onlar da baskı altındaki tüm ruhlar gibi inanılmaz esprili üsluplarıyla cümlelerini twitter alemine ya da duvarlara kaydettiler.

“Edison bile pişman”

‘’Ya ameliyatlı yerime gelseydi”

“Türkiye güzel de çevresi kötü”

“Polis kardeş gerçekten gözlerimizi yaşartıyorsunuz”

“Biz sinek ilacını aracının arkasından koşmuş nesilleriz, gaz da neymiş”

“Tüp kaçağını çakmak yakarak kontrol eden bir milleti biber gazıyla korkutamazsınız”

“Sinirlenince çok güzel oluyorsun Türkiye”

Yaşadıklarıyla ve tüm çarpıklıklarla dalga geçerek herkesi şaşırttılar: Polislere taş atanlara kalkan oluyor, onlarla sohbet edip kayda alıyor, kandilleşiyor, dertleşiyor ve toplumun daha önce yaşadığı travmaların hiçbiriyle yüzleşilmemesine rağmen bir zeka ve bilinç sergiliyorlardı. İçinde tek kişide toplanmış yoğun bir öfke barındırmasının analizini uzmanlarına bırakalırsak kesin olan şuydu: Sokakta yaşananlar haksızlıklara karşı herkesi daha da isyankar ve dirençli yapmıştı.

Sonra bir gün Gezi çevresindeki gaz kokusu dağıldı. İnsanları günlerdir harabeden, yaralayan, şok eden bulut, alanı terk edince meydanda yavaş yavaş flamalar, bayraklar, afişler, sloganlarla parkta eylemi başlatan çocukların belki de hiç bilmediği toplumun bütün korkuları karşımıza dikildi.

Korku imparatorluğu hepimizle dalga geçercesine kendine üs olarak Taksim, İstiklal, Gezi Parkı çevresini mi seçmişti? Bütün nefretler, arzular, hayaller, ideolojiler ve bütün gerçekler buraya toplandı. Korkuların yanından geçiliyor ve umursanmıyordu...

Adını dahi duymadığımız örgüt isimleri duvarlarda, sloganlarıyla burada çok farklı şeyler yaşandığını anlatıyordu.

Böylece İstanbul’un Gezi Parkı’nda, inşaatın içinde kalmış o yeşil alanda bambaşka şeyler yaşanmaya başlandı.

Tüm bu karmaşa içinde kimse birbirinden korkmuyordu. Parkta ve çevresinde halay çekiliyor, orada konser veriliyor, burada kitap okunuyor, öte yanda yemek dağıtılıyor, çöpler toplanıyor, fideler dikiliyordu. Poma Hills, Tomalı Hacılar Köyü, Gezi Parkı Orantısız Zeka Kulübü, Çapulcu Dershanesi, Pastanesi, Faşo Ağa’nın Çadırı, GazKonmaz Sokak, Karadeniz İsyandadır Platformu, Robin Hood Şapkalılar, şaşıracak çok şey vardı burada... Elleri eldivenli karpuzcular, köfteciler, balık ekmekçiler… Gezi Parkı satıcılarıyla da kendi ekonomisini ve dayanışmasını yaratmıştı. Buraya yiyecek, içecek gönderen kişiler, şirketler… Limonata yapıp dağıtan çocuklar… Evlerden getirilen ve herkese dağıtılan yemekler, yiyecekler… Her geçen gün artan insan sayısıyla Gezi Parkı bir panayır yerine dönüştü. Tarih boyunca bütün ezilenler, yok sayılanlar burada toplandı. Mezbahalara karşı vegan gruplardan Marksizm, komünizm, sosyalizm sevenlere, TBMMOB’dan operacı ve tiyatroculara, pandomim yapanlardan Mülkün Sahibi Allahındır diyenlere, kapitalizme savaştan çevreci gruplara… Özgünlüğünü Anadolu’dan alan bir özgürlük ve insanlık sergisi açılmıştı sanki. Güneş panelleri yerleştirildi, kütüphane açıldı, kentine sahip çıkanlarla düşüncesine sahip çıkanlar yanyana geçiyor, çadırlar kurulyor ve onları görmezden gelen tüm ifadelerle dalga geçiyorlardı. Herkes birbirine karşı nazik ve saygılıydı. Korkmuyorlardı. Gezi Parkı, yepyeni bir yaşamın simgesi haline geldi. Abdullah Öcalan’ın ‘Sosyalizmde ısrar insan olmakta ısrardır’ pankartının yanından şöyle bir geçip Devrim Müzesi’ne ilerliyor, battaniyeler giysiler yıkanıyor, asılıyor, akşamları isteyen film seyrediyor, isteyen sohbet ediyor ve parkın korunacağı müjdesi (ve daha bir çok demokratik talep) gelmeden kımıldamayacaklarını ilan ediyorlardı.

Korku imparatorluğu İstanbul’da yerle bir mi edilmişti?

 

 

KİMSENİN ASKERİ OLMAYACAĞIZ

Dünyada ezilenlerin yanında yer alan, net desteğiyle onların sesine cevap veren anarşist gruplar öne geçti, hackerlar gençleri iyice kendilerine hayran bıraktı. Bu çocuklar kültür ve eğitimin yıllardır aceleci, plansız ve gerilimle geçiştirildiği, bir devlet olmanın en önemli ayakları olan adalet, güvenlik, hak ve özgürlüklerin içinin boşaltıldığına, imtiyaz ve keyfiyetin adaletsizliğine tanık olmuşlardı. Bu yüzden sosyal adalet yanlısı tüm fikirlere kucak açtılar. Zaten burası, Gezi Parkı, kamusal alandı, kamunun malıydı ve ticari amaçla, hele halka sormadan birilerinin çıkarına şekillendirilemezdi. İlle şunu yapacağım demek, ellerinde telefonları, bilgisayarlarıyla dünyayı izleyenleri yok saymak, tarih eğitimi zayıf olsa da tarihi şehirde yaşadığının bilincinde ve ona sahip çıkanları küçümsemek, kültürü inşaat algısına indirgemek ve daha pek çok neden birikimi iyice patlattı.  Belediyelere de ders verdiler, muhalefete de, basına da, büyük şirketlerin kendilerini yok sayan gücüne de. Hakkını arama yollarını tıkanmış gördükleri için mi acaba tencere tava kaşıkla protesto eylemleri yüceltildi? Öyleyse bile bu gürültüyü saatlerce kornaları da katarak sürdürmenin de bir şiddet içerdiği, bunun kentli kültürüne de insanın doğasına da demokratik yaşama da aykırı olduğu fark edilecek. Siyasetçilere demokrasi dersi verenlerin ve zeki protestolarla kendilerini ispatlayanların, sokaklarda özgürlük isteyenlerin, bu protestoyu yapmama özgürlüğünü de savunduklarına eminim. Zorla insanları nefretin tek bir kişide toplandığı protestolara yöneltenleri ayıklayarak, bunun yerine hukuka  ve demokratik haklara davet içeren daha anlamlı örgütlenmelere gideceklerine de...

‘Baskı şiddet ahlaksa biz ahlaksızız’, ‘Kimsenin askeri olmayacağız’, ‘Biz de Anneannemi evde zor tutuyoruz’, ‘Çapulcu Geldi Hanım’, ‘Başbakan %50 jokerini kullanacağına, seyirciye sorma hakkını kullanmalıydı’, ‘Simit Sat Onurlu Ol’ ‘Rabbime Sordum Diren Gezi Dedi’, ‘Aşırı Uç olan var mı’, ‘Ne AKP liberlizmi Ne CHP Kemalizmi’ve daha buralara sığamayacak kadar zeki ve bugüne kadar duymadığımız cümleler...

Başka bir şey yaşanıyordu burada…

UNUTULAN KALDIRIM VE KUBBELER

Gezi Parkı’nda kıyameti koparan kaldırım meselesini artık bilmeyen kalmadı. Peki böyle büyük bir proje yapılır ve kaldırımı unutulur mu? Aceleye getirilmemiş, ulusal/uluslararası sağlam bir proje yarışmasına, katılımcı demokrasiye layık değil miyiz? Taksim’de biraraya gelmiş ve ülkeleri için bilgilerini sunmaya hazır bu kadar yetişmiş insan gücüne yazık değil mi? Belki çok kişi bilmiyordur; Haliç’e yapılan metro köprüsünün de Sinan’ın hamamının kubbelerini yok edeceği de sonradan fark edildi ve proje değişti. Peki herkesin itirazına rağmen dinlenmeyen, Süleymaniye ve İstanbul’a hiç yakışmayan sıradan bir otoban köprüsü bu güzel tarihi şehre yakışıyor mu? Zeytinburnu gökdelenlerinin şehre yeni bir göksemt yaratacağını karşı kıyıdan bir aile dava açınca ‘farkeden’, kentsel dönüşümü sosyal yanlarını hiçe sayarak uygulamaya devam eden yerel yönetimcilik anlayışı hangi çağı yansıtıyor? Kötü mimarilerle sahte Boğaziçi semtleri oluşturmak, yeşil alanları üstün kamu güvenliğini hiçe sayarak inşaatlara açmak hangi yaşam kültürüne uygun? Kent konseyinin kurulması engellenen bu şehirde o kadar itiraz varken kışla da ısrarın nedeni ne? Daha pek çok soru sorulabilir ama esas ve açık olan gerçek, toplumun çoktan demokrasiye geçtiği ve muhalefetiyle birlikte siyasetin bilgisi, yapısı, üslubuyla onun gerisinde kaldığı.

Parkta ‘unutulmuş’ kaldırım nedeniyle kesilen ve direnişi başlatan ağaçların arkasındaki etrafı çevrili alana, orada fide ekenlere yaklaşıyorum; ‘domates, biber, hepsi çok güzel olacak burada’ diyor. Gülümsüyorum. ‘Yarın da limon, portakal ağaçları getireceğiz buraya.’ Burada bir Gezi Bostanı oluşturulmuş. Çiçekler, kompostlar, eğitimler...

ORADA NELER OLUYOR?

Tüm ayrımların da korkuların da alaşağı edildiği Taksim Gezi’si gerçekten görülmeden anlaşılacak bir yer değil. Görüntü öyle kolayca kırdırılamayacak bir dayanışmayı, muhabbeti işaret ediyor, herkes birbiriyle dost. Tesettürlü kız yanında barış güvercinli arkadaşıyla (çok seviyorlarmış birbirlerini ve komşularmış) ve cumhuriyetin nasıl kurulduğunu bilen bir yaşlı amca elinde Atatürk resimli bir afişle dolaşıyor. Gaz maskeli bir grup bale gösterisi yapıyor. Ötede pandomim gösterisi ... Yarın tiyatro sergilenecek. Öbür gün ölen gençler ve polis için saygı duruşu yapılacak. Hiç dinlenmemiş, kulak verilmemiş ne kadar sorun varsa hepsi bu parkta toplanmış,  birbirlerine saygı gösterip birlikte bir yaşam alanı kurmuşlar. Bir çadırkent gibi burası, gece uyku uyuyanların paraları vs. çalınmıyor, arka çadırdan birbirine yiyecek uzatıyorlar, sohbet ediyorlar. Bu arada ortam her geçen gün hem güzelleşiyor hem de farklılaşıyor; kuşların ölümüne neden olan, son derece gereksiz ve esas eylemleri yapanların hiç tasvip etmediği havai fişekler patlatanlar herkesi rahatsız ediyor. Sonra son günlerde çoğalan ve eyleme yürekten katılanları rahatsız eden ellerinde içkileriyle dolaşanlar var. Caddede kasalarla bira satanlar, dağıtanlar var.

Kimsenin gazına gelmek istemeyenler, siyasete yakın-özden uzak her cümleyi, eylemi dışlasalar da İstanbul’un ortasında hem kendine özgü ve belki de en yaratıcı hem de kesinlikle en özgür bu bienali yaratmışları derdin muhatabı olanlar neden dinlemiyordu?   

Kaldıraç diye bir grubun flamasını görüyorum, yaklaşıyorum, tabelasında ‘Dünyayı değiştirecek güç işçi sınıfıdır Elinde Kaldıraç Nirengi Noktası Marksizm” yazılı (noktasız, özgün hali bu). O sırada önümden ellerinde resimler Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu geçiyor. Herkes alkışlıyor, destek veriyor. Yürümeye devam ediyorum. Kapitalizm Kriz Sosyalizm Kurtuluş, Denizler Yaşıyor Leninistler Savaşıyor vb pek çok slogana Bu Halk Bir Harika Dostum, Kapitalizm Gölgesini Satamadığı Ağacı Keser eşlik ediyor. Kurtuluş, Genç Kurtuluş, bir sürü kurtuluş, bir sürü gençlik platformu, devrime inananlar ve bekleyenler, KESK, herkes birbirini dinliyor: Nev-i Şahsına Münhasır Özgürlük Alanı’na hoşgeldiniz. Köşede İbocu Dönüşüm Hareketi ile karşılaşıyorum.

Ezcümle bilmediğimiz örgüt isimleri de burada. Kötü sloganları karmaşık bir öfkenin tezahürü olarak görmezden gelirsek zeka fışkıran pekçok duvar yazısı artık bu kentin tarihine kayıtlı. Burada farklı, kalıplara girmeyen ve Türkiye gerçeğini anlatan bir sergi var. Bundan sonra basın, siyasetçiler, yerel yönetimler, sendikalar, demokrasiden söz eden her sivil grup kendine çeki düzen vermezse kimseyi kandıramayacak, bunu o Cuma günü başlatılan yüzleşme ve o alanda deneyimlenmiş bilinç sağladı. Kapitalizme karşı yanışa inanmayanlar, imkânsız, akıl dışı diyenler parkta ve çevresinde dolaşabilir, evet belki Türkiye’yi temsil etmiyor diyenler çıkabilir ama kimse sosyal adaletin cazibesini reddedemez sanırım. Herkesin kredi kartıyla yaşadığı ve borçlanmanın ayyuka çıktığı, bankacılık sisteminde müşterilere yönelik adaletsiz ve keyfiyetin hüküm sürdüğü bir toplum genciyle yaşlısıyla ayakta. Gaz bulutunun arkasından çıkan gerçeklerle birbirine sarılan kitleler sosyolojik ve siyasi açıdan çoğumuzu ürkütse de Özal’ın bilgi çağı masalını bile dinlememiş ama içine doğmuşlar ellerinde bilgisayarları, kredi kartları haksız kazanca isyan ederken çok açık sözlüler ve yaratıcılıkta sınır tanımıyorlar: “Çulıngen çapulingen is better than çalıngen çırpıngen”

HİKÂYE HİKÂYE İÇİNDE

Gezi Parkı yakınında bir mekânda üç arkadaş yemek yiyoruz; garson, direniş ve eylemler hakkında ne düşündüğümü soruyor. Demokratik ve bir hak arandığını, yerel yönetimlerin, muhalefetin, siyasetin, basının görev tanımlarını yeniden gözden geçirip, toplumun taleplerini ciddiye alması gerektiğini… Zaten bu büyük isyanın duyulduğunu, duyulmadıysa da bundan sonra atılacak adımlarla yanlışların uyarılacağını… ve artık direnişin de hukuki zemini öne çıkararak sağlam durmasının, farklılaşmasının zamanı geldiğini ve bunu doğru bulduğumu söylüyorum. Suratını büzüştürüyor ve pek hoşuna gitmediği için ara ara kızarak bakıyor.  Yemek sonunda çay içmek istiyoruz, ‘nasıl bardakta getireyim’ diye soruyor, Türk usulü cam bardakta çay rica ediyorum, diyorum, suratı biraz değişiyor. Siparişi tamamladıktan ve yazdıktan sonra kafasını kaldırıp tahmin ettiğim tepkisini gösteriyor: ‘Tamam, siz Türkiye usulü çay istiyorsunuz, anladım.’ Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ahaliye Türk denir diyerek gereksiz tartışmalara girmek vakit kaybı, aynı fikirde değiliz belli ki. Olsun. Pos cihazı sırasında bu bankanın protesto edildiğini söylüyoruz, ‘bu akşam ona bir şey yapalım mı o zaman’ diyor gülerek.  ‘Yok, paraları çekerek daha etkili protesto ediliyor, şiddete gerek yok’ dememizi garipsiyor. ‘Zaten hesabımda hiç para yok, mülkiyete de karşıyım’ diyor. Adalet mülkün temelidir desem konuşma uzayacak, susmak en iyisi...

Geceleri gözümün önünde İstanbul’un sayfiye semtlerinden birinde cılız provokasyonlarla başlayan istifa ve nefret çağrılarına tanıklık ediyorum. Israrla. Az kişiyse tekrar... Kim bunlar? Tam olarak ne istiyorlar? Davullarla çocukları arkalarına toplayıp ne yapmak istiyorlar? Sonra bazı tesettürlü arkadaşlarımın sokaklarda dolaşırken karşılaştıkları sevimsiz, anti demokrat tepkiler kulağıma geliyor? Kim bunlar? Orada toplananların ruhunu kim çarpıtmak istiyor?

Refik Halid Karay, 5 Temmuz 1922’de yazdığı Ago Paşa’nın Hatıratı’nda Sultanahmet’teki bir kuşçudan satın alınarak o sahipten bu sahibe gezinen Senegalli zavallı bir papağanı anlatır. Meşrutiyet, Abdülhamid dönemi, İttihat Terakki, savaş yılları derken bir dönem paşalığa kadar yükselen Ago’nun anıları acı gerçekleri anlatırken çok zeki ayrıntılarla dolu ve eğlencelidir de.  Anlarız ki Ago Paşa’nın ilk ezberi  ‘Millet Bahçesine Gidelim’le bozulmuştur. Sonra zorla ona ezberletilen Padişahım Çok Yaşa’dan Yaşasın Cemiyet’e, Yaşasın Niyaz Yaşasın Enver’den Yaşasın İttihak Terakki’ye, Şeriat İsteriz’den Yaşasın Sulh’e, Yaşasın Harp’ten Yaşasın Kuvayı Milliye’ye bağırır da bağırır. Değişen süreç içinde haliyle kimi ‘susturun şu melun kuşu’ der, kimi onu hediyelere boğar. Kuşbazı ona ‘Yaşasın Hürriyet’ demeyi talime başlar, ezberi kısa sürede kapar, içinde bulunduğu yeni sahibinin konağında hep tekrarlar. Dikkatini çeker, insanlar sanki hürriyetin ne demek olduğunu bilmezler. Ago Paşa’nın hizmetine tayin edilen zenci Cevher Ağa da anlamını bilmemektedir,  ‘yaşasın’ derler birbirlerine, ‘belki iyi bir şey amma galiba biz uhdesinden gelemeyeceğiz.

SEVGİLİ AGO PAŞA

Aradan yıllar geçer… İstanbul’da ne konaklar ne Cevher Ağa, ne zenci hizmetkârlar ne de Ago Paşa kalır. İnsanlar yine Yaşasın Hürriyet diye bağırmaktadır. Kişisel hak ve özgürlüklerinin fena halde farkında, demokrasiye inananları doğru okumak, onları dinlemek yeterliyken... Bu özel isyan ortamından faydalanmak isteyenlere karşı oluşturulmaya çalışılan ve başarılı olan sağduyunun bu ateşi söndürmeye ne kadar yeteceği bilinmezken... Hürriyeti, cumhuriyetin kazanımlarından farklı olarak algılayıp Ago Paşa’nın dönemindeki içi boş ya da birbirine kırdırıcı anlamlara sapanlar varken... Tek bir anlamlı cümlenin herkesi evine döndüreceği aşikârken...

Hürriyet demişken aklıma geldi... Son seçimlerden önce bindiğim takside bir radyo kanalındaki seçim konuşmalarına kulak kabartıp ‘herkes de masal anlatıyor, hiç inandırıcı değil’ dememle birlikte takım elbiseli genç, yakışıklı taksi şöforüyle göz göze gelmiştim. Siz kime oy vereceksiniz’den bir İstanbullu olarak özellikle kültürel, tarihi yerlerimizin korunmamasından, kimliğinin bozulmasından şikayetçiyime uzanan ve ‘Urfalıyım ben abla, bizim orada artık insanlar iş sahibi; hizmet geldi; hastaneler, okullar ile büyük faydasını gördük hükümetin,’ le devam eden muhabbette demokratik karar aldığını söylemişti: ‘Aşiretimizden 50 kişi Pazar günü biraraya geldik ve karar verdik.’ Bu nasıl demokrasi deyince, ‘Çok demokratiktik, herkes özgürce düşüncelerini paylaştı, tek tek fikir alındı, sonra aynı partiye oy vermeye karar verdik.’ Gayet kibar ve demokratik kararlarımıza saygılı birer vatandaş olarak vedalaşarak yolumuza devam etmiştik. İstanbul’un hikâyeleri bitmezdi. Hele yerlisi olsun, göçmeni olsun benim için İstanbullu şoförlerle muhabbetin tadına doyulmazdı.

En iyisi sevgili Refik Halid’i anarak Ago Paşa’sının hatıratındaki son cümlelerle bitirmek...

‘İnşallah, hayırlısıyle bir de can ve yürekten:

Yaşasın müsalâha*!

Demeğe muvaffak olurum, ondan sonra da ölsem de gam yemem!’

*müsalâha: barış, güvenlik