kültür

CUMHURİYETİMİZ 100 YAŞINDA! (***)

10.Yıl

İLK DOĞU ÜNİVERSİTESİNİN YERİ VAN!

Atatürk, kısacık ömründe yanılmıyorsam 51 şehir geziyor, bazılarına birkaç kere gidiyor, bu gezilerle amaç medeniyeti, cumhuriyeti inşa ederken halkla yakın temas, siyasal, toplumsal, askeri, kültürel, ekonomik vb. alanlarda durum tespiti yapmak, alınması gereken önlemleri yerinde görmek. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun da bütün şehirlerine, köylerine gidemiyor (zaten her şeyi bir kişi yapamaz), çok ciddi rahatsızlıkları olmasına rağmen 1937 yılında, Kasım ayında yaptığı Doğu gezisi büyük mutluluk yaratıyor. Van’a gidemiyor o gezide ama muhtemelen müfettişlerin ve sanırım Mustafa Necati Bey’in aktarımı, ileri görüşlülüğü, toplumu, coğrafyayı, kültürel altyapıyı çok iyi tanımasının etkisiyle Doğu’daki ilk üniversitenin Van’da kurulmasını çok istiyor.  1935'te hükümet programına alınan Van'da üniversite kurulması projesi, öncesinde Halkevi'ne kaynak aktarılmasıyla biraz bekliyor. 1937’de bunun için bakanlık ayrıntılı çalışmalara başlıyor.  1 Kasım 1937 Meclis nutkunda da dile getiriyor:

“Arkadaşlar, büyük davamız, en medeni ve en müreffeh millet olarak varlığımızı yükseltmektir; bu yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde de temelli bir inkılap yapmış olan büyük Türk milletinin dinamik idealidir. Bu ideali en kısa bir zamanda başarmak için fikir ve hareketi beraber yürütmek mecburiyetindeyiz. Bu teşebbüste başarı ancak süreli bir plânla ve en rasyonel tarzda çalışmakla mümkün olabilir... Bu sebeple okuyup yazma bilmeyen tek vatandaş bırakmamak, memleketin büyük kalkınma savaşının ve yeni çatısının istediği teknik elemanlar yetiştirmek; memleket davalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, nesilden nesile yaşatacak fert ve kurumlar yaratmak... İşte bu önemli umdeleri en kısa zamanda temin etmek Kültür Vekâletinin (eğitim ile kültür birleşiyor sağlığında) üzerine aldığı büyük ve ağır mecburiyetlerdir.

İşaret ettiğim umdeleri, Türk gençliğinin dimağında ve Türk milletinin şuurunda daima canlı bir halde tutmak üniversitelerimize ve yüksek okullarımıza düşen başlıca vazifedir... Bunun için memleketi şimdilik üç büyük kültür bölgesi halinde mütalâa ederek, Batı bölgesi için İstanbul Üniversitesinde başlamış olan ıslahat programını daha radikal bir tarzda tatbik ederek Cumhuriyete, cidden modern bir üniversite kazandırmak, merkez bölgesi için Ankara Üniversitesini az zamanda kurmak lazımdır; Doğu bölgesi için Van gölü sahillerinin en güzel bir yerinde, her şubeden ilkokullarıyla ve nihayet üniversitesi ile modern bir kültür merkezi yaratmak yolunda, şimdiden fiiliyata geçilmelidir. Bu hayırlı teşebbüsün, Doğu vilâyetlerimiz gençliğine bahşedeceği feyz, Cumhuriyet Hükümeti için ne mutlu bir eser olacaktır. Tavsiye ettiğim bu yeni teşebbüslerin, eğitmen ve öğretmen ihtiyacını ziyadeleştireceği şüphesizdir; fakat bu cihet, hiçbir vakit, işe başlama cesaretini kırmamalıdır... Vekâletin geçen yıl içinde, bu yönden yaptığı tecrübeler, çok ümit verici mahiyettedir.”

Hayat hikâyesi de çok ilginç olan Soyak (1946’da İnsan Hakları Cemiyetinin kurucuları arasında, her fikirden insanın biraraya geldiği, ancak içeriği delik deşik edildiği, ideolojik tartışmalara boğulduğu için çok kısa sürede cemiyetten istifa ediyor, ondan önce de iki ayda vekillikten emekliliğini isteyerek kaçıyor o ortamdan), Atatürk’ün burada kurulacak modern kültür merkezine candan gönül bağladığını yazıyor. Van sahillerinin coğrafi bakımdan elverişli oluşu, iklimi, “toprağının münbit olması, gölün, gemi işlemesine de müsait küçük bir deniz halinde bulunması” bir yana ilk olarak burada şu kurumları tasarlıyor:

“Hepsi yatılı olmak üzere birkaç ilk ve orta mektep, lise, öğretmen, ziraat ve sanat mektepleri ve nihayet bütün fakülteleriyle bir üniversite... Çeşitli okullar, aynı zamanda üniversite için hem tatbik, hem de inceleme yerleri olacaktı... Sonra, yine orada veya Doğu bölgesinin diğer münasip yerlerinde, ihtiyaca göre ziraat ve sanat enstitüleri, güzel sanatlar akademileri ve diğer yüksek okullar açılacaktı. Atatürk, on, onbeş, sene içinde bütün bu müesseselerin başarı ile işleyeceğine, ondan sonra diğer bölgelerle beraber bu bölgede de başka üniversite ve yüksek okullara ihtiyaç duyulacağına inanıyordu. (…) Büyük Adam'ın bu yoldaki tasavvur ve inançlarını anlatırken gösterdiği büyük heyecan halâ gözlerimin önündedir...

 

Oy kullanma 1930lar

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Seçilecek en uygun sahada öğretmen, profesör ve memurlar için her türlü konforu haiz ikametgâhlardan mürekkep yeni mahalleler, zengin kütüphaneler ilk ağızda Devlet eliyle veya özel müteşebbisler tarafından, bütün ihtiyaçlara cevap verecek, çarşılar, sinema, tiyatro, gazino gibi hoş vakit geçirecek yerler, Halkevi spor kulüpleri ve sair faydalı teşekküller kurulacaktı... Böylece zamanla, mükemmel bir plân dahilinde inşa edilmiş, yepyeni modern ve medeni bir Van şehri meydana çıkmış olacaktı; tabiidir ki bu şehir karadan ve havadan, çeşitli vasıtalarla merkeze ve denize bağlanacaktı... Üniversitenin muhtaç olduğu öğretmenler (asistan, doçent ve profesör) İstanbul'da veya memleket dışında okuyup yetişmiş ehliyetli ve akıncı ruhlu kimselerden seçilecekti, icabına göre dışardan yabancı profesörler getirtmek, Avrupa ve Amerika'ya istidatlı gençler gönderip yetiştirmek de bu konuda göz önünde tutulan tedbirlerdendi...”

Akıncı ruh, coğrafi, yerel, çevresel faktörlerle bir vizyon…

Van Halkevleri okuma yazma, temsiller, köycülük vb tüm faaliyetlerini sürdürürken 1939 Depremi sürece zarar verse de 1945’te ilçelerde de Halkevi ve Halkodası açma çalışmaları başlıyor ve Van'da altı Halkodası açılıyor. 1945'te Van Temsil Kolu, Mehmet Pınar'ın belgelerle belirttiği araştırmasına göre "altın bir dönem" yaşıyor.  “Himmetin Oğlu” adlı piyeste iki genç kız rol alıyor, halkevleri ve odalarıyla "dil birliği ve kadının toplumsal hayatta daha aktif hale gelmesine yönelik çalışmalar" yapılıyor: "Özellikle doğunun dışa kapalılığını açmak ve batı ile daha iyi bir diyalog ortamının oluşması noktasında Van Halkevi açtığı kurslar ve dil bütünlüğü ile ilgili yaptığı çalışmalarla coğrafyadaki diğer Halkevlerine model olmuştu. Van ve çevresinde halk ile merkez arasında bağlantıyı kuran aşiret ve cemaat yapısı kırılarak merkez araçsız doğrudan halk ile istediği şekilde bir iletişim sağlamıştı. Van’daki feodal yapıyı dikkate alan rejim merkez-çevre arasındaki kültürel bütünleşmeyi önemsemişti."

 

 

Soyak, iyi ki yazmış, dediğim hatıratında Van'da ilk üniversitenin kurulması ile ilgili şunları yazar: “Ne çare ki Atatürk bu tasavvurunu fiil alanına koyamadan fani hayattan çekildi; ondan sonra iktidar mevkiine gelen sözde en yakın arkadaşlarının -ki bütün bu anlattıklarına vakıf ve zamanında tasvipkâr görünen kimselerdi- bu konuyu nasıl savsakladıkları ve ne gibi küçük hesap ve tertiplerle esasından ayırarak basit ve verimsiz bir hale soktukları bilinmektedir.” Cevdet Perin de kızgın bu konuda: “31 Mayıs 1957’de Erzurum’da kurulan üniversitenin aslında Van’da kurulması gerekirdi, (…) bilinen nedenlerle Atatürk Üniversitesi Atatürk’ün istediği yerden başka bir kentte kuruldu, oysa bugün onun neden Van’da bir üniversite kurulmasını istediğini ve bunun anlamını daha iyi takdir ediyoruz.”

 

 

Cumhuriyet Halk Partisinin “kültür örgütü” niteliğinde çalıştığı bir süreç bu, bugüne bakınca bir o kadar da hazin ama şahane bir sıfat. Atatürk’ün de o çok istediği demokratik Türkiye hayali gerçekleşip çok partili döneme geçince, işin ilginci eğitim ve kültür alanında pek çok konu zaman içinde oldukça başkalaşmaya başlıyor. 1932’de Aydın Halkevi’nin açılışında “İnsanları, millet zümrelerine ayıran, milletleri yapan, kültür ve mefkûre (ülkü) ve vahdettir (birlik). Devletlerin siyasi varlıkları milli mefkûre ve milli kültür temelleri üzerine bina edilmiş olmazsa bir mana ifade etmez olduğunu tarih bize çok misallerle gösteriyor” diyen Adnan Menderes, 1951’de bu kültür evleri için faşistvâri?! bir oluşum diyebiliyor. 1951’de, halkevleri, kültür yuvaları tartışmalardan sonra palas pandıras kapatılıyor, sonuçta halkın sahibi olduğu tüm birikim hazineye devrediliyor, kültüre siyaset bulaşıyor, ya da siyaset bulaştırılıyor, ne dönüştürme, ne bir ulusal farkındalıkla koruma. O sırada Celal Bayar cumhurbaşkanı, son karara itiraz eder, yasalaşamaz umudu da atılan imzayla boşa çıkıyor. Perin, “.. halk evleri Cumhuriyet halk Partisi’nin tekelinden alınabilir ama bu kökleşmiş kültür yuvaları bir günde kapatılmaz, yeni bir yasa ile bir vakıf haline getirilerek halka mal edilebilirdi, böylece politik nedenlerle kültür yaşamımızda önemli bir devrim engellenmiş oldu. (…) Atatürk’ün başlattığı hiçbir devrim yok olmamıştır. (…) Unutmayalım ki bizim kapattığımız bu kültür yuvalarının benzerleri şimdi başta Fransa, batı ülkelerinin bazılarında bulunmaktadır.”

 

 

 

 

 

Esasları yine onun tarafından belirlenmiş, geliştirilmiş, Saffet Arıkan, Hasan Ali Yücel dönemlerinde, yani vefatından sonra devam etmiş olan köy enstitülerine de çok umut ve gönül bağlıyor Atatürk. Bu arada, Eğitim Bakanlığı’nın adını Kültür Bakanlığı olarak değiştiriyor, 1935 ile 1941 arası adı Kültür Bakanlığı. Sonradan yine adı değişip milli eğitim bakanlığı (ve değişerek pek çok isim ve boşlukta, kafa karışıklığıyla, aynen kültür bakanlığı gibi) adını alsa da bu karara varmasındaki neden, müthiş bilgi birikimi ve sentezci zekâsı. Batının, İngiltere, Fransa gibi ülkelerin 19. yüzyılda kültürü koruyup bazı altyapılar kurduğu bu süreçte mesela bu çerçevede bakanlıkları henüz yok. Perin, “Atatürk’ün ortaya attığı bu fikir de boşa gitmedi, kültür işlerinin ayrı olarak düşünülmesi zamanla oluştu ve yayıldı. Nitekim ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra ülkeler kültür işlerine ve uluslararası kültürel ilişkilerine önem vermeye başladılar. UNESCO da bu ortak düşünceden doğdu”, diyor. Biz kültürle ilgili zigzaklar çizerken, altlarını boşaltıp sendelerken kültür alanında hayranlık duyduğumuz ileri bir ülke olan Fransa, bir kültür politikası oluşturarak ne zaman kurmuş Kültür Bakanlığı’nı dersiniz? 8 Ocak 1959’da.

Kültürün bir numaralı ülkesi Fransa, Andre Malraux ile bakanlık haline getiriyor kültürü. On yıl içinde büyük kültürel atılımlar yapıyor Malraux, sonra da değişimler sürüyor. Web sitelerini inceliyorum, değişmeyen ve zaten sokaklarında yaşayarak gördüğümüz mottolarını merakla okuyorum, “Kültür Bakanlığının misyonu, önce Fransa’nın olmak üzere insanlığın simgesi olan mümkün olduğunca çok sayıda eseri çok sayıda kişiye ulaştırmaktır” diyor: Bakanlık koruma ve tanıtma politikası sürdürür, bütün bileşenleriyle kültürel mirasın korunması, fikir ve sanat eserlerinin yaratımını teşvik eder. Gösteri sanatları ve görsel sanatlara ilişkin hükümet politikasını tanımlar, koordine eder ve değerlendirir. Aynı zamanda mimarlık politikasından da sorumludur.” Daha fazla ayrıntıya girmeyeyim, cumhuriyetin akıllı, parlak zihinleri zaten hemen anlamıştır, diye düşünüyorum. (Bir parantezle Fransa’dan bize geçiyorum, görünce merakla okuduğum bir araştırma grubu raporundan söz etmesem olmaz, şaşırdım. 1999’da MHP Ar-Ge Kültür Araştırmaları Grubu -kurulmuş yani- bir Kültür Politikaları kitabı yayınlamış, 166 sayfa, kültür tanımları filan, bayağı ayrıntılı bir çalışma.)

Zaman durmaz akar, ister sıkılalım ister sıkılmayalım, geriye de akmaz. Sonuçta, o köklü eğitim ve kültür devriminin hamuruyla İstanbul’dan Halil İnalcıklar, Muhibbe Dargalar, Bedia Akarsular, Hilmi Yavuzlar, Urfa’dan Ahmet Arslanlar, Gülcan Demirkollar, Eğin’den Fatma Börekçi, Eskişehir'den Nermin Aşçıoğlu ve Van’dan Nurhan Gökal öğretmenler, Kocaeli’nden Müfide Çaykara, bambaşka şehirlerden Ayşeler, Zeynepler, Fatmalar, Hasanlar, Mehmetler, adını bildiğimiz bilmediğimiz nice çocuk yetişti, yetişiyor. O dehayı, özgürlüğün nimetini anlamış öğretmenlerin, ailelerin emekleriyle, onlar da sonraki kuşaklara cumhuriyet, akıl, bilim, vatan ve kültürün önemini, Atatürk sevgisini, bilincini aktarıyor, bizler yetişiyoruz. 100. yılda yolumuza biraz daha yüksek enerjiyle, inançla, onu daha fazla anlama, kıymetini bilme, ona göre davranma, cumhuriyete daha fazla sahip çıkma isteğiyle devam ediyoruz. Bütün ayrıştırmalara rağmen, ama farklı ama çocukça ama sancılı nasıl da büyüyor, nasıl da birleşiyoruz, yaşasın cumhuriyet diyerek, bu, çok ilginç ve heyecan verici bir süreç.

 

Cumhuriyetimiz 100 Yaşında!

 

Sahip çıktığı ve hatta “ileriye sardığı” zaman Atatürk’ün haklılığını gösterdi, ama yavaş ama hızlı: “Halk ile çok temasım vardır. O saf kitle bilmezsiniz, ne kadar, yenilik taraflısıdır; icraatımızda hiçbir zaman engeller, bu kesif tabakadan gelmeyecektir. Halk; müreffeh, müstakil, zengin olmak istiyor. Komşularının refahını gördüğü halde fakir olmak pek ağırdır. Gerici fikirler besleyenler muayyen bir sınıfa istinat edebileceklerini zannediyorlar. Bu katiyen vehimdir. Terakki yolumuzun önüne dikilmek isteyenleri ezip geçeceğiz; yenilik vadisinde duracak değiliz. Dünya müthiş bir akışla ilerliyor; biz bu ahengin dışında kalabilir miyiz?”

Onun keskin tespiti olan eğitim kültür hamlesinde mehter adımlarıyla çok yol kaybetsek, tökezlesek de ahengin dışında kalmadık. Kalmayacağız da. Evet, kültürü, ileri görüşlülüğü, kültürün gerçeği bize yeterince anlatılmadı, aydınlandık ama hepimiz değil. Şu muhabbete, riyaya dair zekâsına bakın, eklemeden edemeyeceğim: İstanbul’da yapılan her tesise Atatürk adının verilmesini ısrarla ve her defa isteyen birisi için hatta onun yanında şunu diyor: “Benden sonra benim için asılsız astarsız iddialar bu zattan gelecektir, aralarında belki hakikati kavrayanlar da çıkabilir. İsimlerin baki kalması için şehirlerin temellerine sığınmasına kani değilim. Tarih zorlamayı sevmeyen nazlı bir peridir. İnsan hafızası da fikirler ve vicdanları tercih eder. Bakınız, bu güzel şehrin adı İstanbul ama Fatih Mehmet'i hemen hatırlıyoruz. Ben memleketime hizmet edebildiysem vefasına inandığım milletim, sevgisini hadiselerin içinden çıkarır. Lütfen bırakın bu Bizans, Acem alışkanlıklarını...” “Tarih zorlamayı sevmeyen nazlı bir peridir”, tasvirin güzelliği. Dr. Hüseyin Ağca’nın kaynaklara dayanarak hazırladığı Atatürk’ün ahlak dünyası üzerine denemesini okurken gülümsüyorum, sevgiyle anarak…

 

 

 

“Cumhuriyetle birlikte anlamda aydınlanmacılık var. Atatürk de cumhuriyet de Allah’ın lütfu” diyen sevgili Ahmet Arslan’ın Fatih Altaylı’nın programında (Cumhuriyet Felsefesi Nasıl Doğdu?) o zemini şahane bir şekilde açıkladığı gibi “bazı toplumlar çocuktur, büyümesi zaman alır.” Evet, anlamda aydınlanmada alacağımız yol var daha, evet çocuk toplumuz ama düşe kalka ayağa da kalkıyoruz. Bir de hiç unutmuyorum, memleketim hakkında toplumsal değerlendirmelerim, iç sesim de aynı şeyi derken sevgili Halil İnalcık, Yalova’daki açılış konuşmasında (27 Temmuz 2013) bir yorumuyla içimi ferahlatmıştı. O sırada Gezi olayları da yaşandığı için bir örnekleme yapmış ve mealen şunu demişti. Tarih, zaman ve mekân içinde gerçekleşmiş olayları inceleyen, anlamaya çalışan bir bilimdir. Başlangıcından bugününe gelişimini anlatmış, sonra sosyolojiye geçmiş, toplumsal yapıyla ilgilenen sosyoloji biliminin formüllerinin tarihte kullanımından, bunun kabulünden bahsetmişti. Sosyal ekonomik olayların toplum hayatına etkisi, bütüncül tarih, tarihçiliği yorumlama tarzına bu teorilerin etkisi, velhasıl müthiş özel ders gibi bir konuşmaydı. 1950’lerde ortaya çıkan Braudel’in formülüne gelince şöyle diyordu aziz İnalcık, bir asır içinde, yahut 150 sene içinde üç dört nesil birbirini kovalar ve 3. nesilde (bir nesil 30-40 yaş diye kabul edersek) toplumlar, insan, tarih, ekonomisi, devlet hayatı değişir. “Bakınız Atatürk cumhuriyeti kurdu, adeta kutsal mefhumlar var, bu teoriye göre, iki üç nesil geldi, son hadiseler gençliğin ayaklanması, bu Braudel teorisine göre 3. nesildir, arada Özal, ondan önce Halk Partili devir.” (youtube’dan, bütününü izlemenizi öneririm “Halil İnalcık: Tarih, tarihçi ve sosyoloji ilişkisi üzerine konuşması”). Yani, gençliği dinleyen, anlamaya çalışan, değişimin farkında olan, iletişim kuran kazanıyor, zaten gençlik de atalarından oluşuyor, o Gezi süresince gecenin yarısı uykusunu bırakıp köprü üzerinde iki kıtayı yürüyerek geçen kalabalığı hiç unutmuyorum, çok şey anlatıyordu. 

Gençlik demişken, çok hoş tanımları var Atatürk’ün, Y. Atilla Şehirli’nin yazısından alıntılıyorum: “’Gençlik nedir?... Benim anladığım gençlik, bu inkılâbın fikirlerini ve ideolojilerini benimseyip gelecek nesillere götürecek kimselerdir”  “Genç fikirli demek, doğruyu gören ve anlayan gerçek fikirli demektir”,”Benim gözümde yirmi yaşında bir yobaz ihtiyardır. Yetmiş yaşında bir idealist de zinde bir gençtir”.

100. yaşımızda tüm idealist, gerçek fikirli gençler olarak sokaklarda cumhuriyeti ve kazanımlarını kutladık, ahengin dışında kalmadık, kimse bizi durduramadı. Sokaklardaki coşku inanılmaz güzeldi, ben de özgür bir birey, bir cumhuriyet kadını olarak o kutlu bayram gününün tadını çıkardım. Zaten içimdeki sevinci durduramıyordum, çok özgün bir cumhuriyetin çocuğuydum, azimliydim, inatçıydım, kimsenin ne diyeceğine aldırmadan haftalar öncesinden planlar yaptım, yaratıcı enerjimi harekete geçirdim (aslında herkese çağrı yapılsa ne güzel sonuçlar verirdi, buna da hiç şüphem yok), hayal kurdum, emek verdim, o günü kültürel olarak nasıl hatırlatabilirim fikrinden yola çıkıp eldeki imkânlarla “partileme” malzemeleri arasından seçimler yaptım. Üzerime cumhuriyetin değerlerini, kazanımlarını yazıp astım, saçımı kırmızıya boyadım. Rozetler taktım, balonlar aldım (yolda görünce neşelenen çocuklara, annelere dağıttım), üzerime iyi ki doğdun yazılı kurdele bağladım, kırmızı, beyaz neşeli gözlükler taktım, marşlara, dans edenlerin arasına katıldım. Neşe güzel bir duygudur, kimsenin kaçırmasına izin vermezseniz şahane bir şeydir malum. Sokaklardaki kutlamalara baktığınızda görüyordunuz. Varoluşuyla, kuruluş tarihiyle, o müthiş güçlü enerjisiyle, o müthiş omurgasıyla bizden önceki kuşakları, bizleri yaşatan ve yaşatacak olan cumhuriyet, herkese enerjisini geçirmişti işte. Cumhuriyetin o ilk yıllarına baktığımızda zihinsel altyapı konusunda çok eksiğimiz var, evet, olduğunu biliyoruz , bizim dışımızda gelişen hoşumuza gitmeyen gerçekler, gelişmeler var, ama o cumhuriyetin aklı ve kültürüyle işte bugün 100. yaşımıza sarılıyoruz. Hem İngiltere, Fransa gibi Avrupa ülkelerine, onların 100. yıllarına baktığımızda o kadar ilginç ve önemli bilgiler buluyoruz ki, biz o ilk süreçte de her şeyi hızlı yaşadığımız, internet çağıyla artık dünyaya daha da açık, pırıl pırıl bir gençliğe, genç nüfusa sahip olduğumuzdan olsa gerek koşmak istiyoruz. Geride kalmamak, hep aynı şeyleri konuşmamak, ileri bakmak, kültürel ve eğitim açısından kuşaklar boyu toplumsal birikimimizde olan anlamın tadını çıkarmak… Baktım da Fransa, üçüncü cumhuriyete koşarken, yani devriminin 100. yılında özgürlük, laiklik ve bir ulus olma paydasının altını kalın kalın çizerken bu paydada bir olurken onlar da bizim gibi sembollere sığınmış, elbette bambaşka süreçlerden geçmişiz, ama işte bugün gelişmiş dediğimiz ülkelerde de bir süreç var. Yüzüncü yıllar önemli, güzel, ama bunun ötesinde, her şeyden önce, eserin hafızasını güncellememiz gerekiyor bence. Atatürk’ün istediği gibi, dogmatik bir kişilik kültünden de kaçınmak, eseri anlamak, onu hafızalarda diri tutmak.

 

Atatürk’ün inandığı Türk milletinin dehasının şüphe götürmez olduğunu anlamamız zaman aldı. Geçen yüz yılda, yaşanan tüm sıkıntılara, her şeye rağmen, o kısacık sürede kurduğu temelin üzerinde, köyden kente ona inanmış ana babaların, ataların evlatları olan, özgür, akıllı, çalışkan bilim insanları, sanatçılar, araştırmacılar, öğretmenler, sinemacılar, heykeltıraşlar, din adamları ve pek çok ilim irfan alimi çıktı. 100. yılda yolumuza biraz daha yüksek enerjiyle, inançla ve onu daha fazla anlama, kıymetini bilme, ona göre davranma düşüncesiyle, yani cumhuriyete daha fazla sahip çıkarak yolumuza devam edeceğimize inanıyorum. Yalnız bir şey diyeceğim, o bize eğitim kültür demiş, biz sürekli siyaset konuşuyoruz, ömürlerini bu uğurda harcamış, toplumu, yolumuzu bıkmadan usanmadan aydınlatan kişileri tenzih ederek bir şeye de karar vermemiz lazım, bence. Her iki şahane filmi, yönetmenlerini, emek verenleri de sevgiyle anarak… Sevmek Zamanı filmindeki “Sana değil resmine aşığım” cümlesinin mi, Selvi Boylum Al Yazmalım’daki “Sevgi neydi? Sevgi, sahip çıkan, dost, sıcak insan eli, insan emeğiydi. Sevgi iyilikti, sevgi emekti”nin mi peşine düşeceğiz?

 

  

BAZI KAYNAKLAR

Afet İnan, M. Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım, Ankara, 1969

Arı İnan, Atatürk hakkında hatıralar ve belgeler, İş Kültür Yayınları, 2007

Atatürk’ün Kültür ve Medeniyet Konusundaki Sözleri, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu AKM Yayını, 1990

Atila Şehirli, Atatürk İlkelerinin Sürekliliğini Sağlamak Görevi ve Bu Görevde Gençliğin Rolü, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, 2002

Ayten Arığ Sezer, Türkiye’de Kız Enstitüleri: Gelenekten Geleceğe, Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmalar Dergisi, 2014

Cevdet Perin, Atatürk Kültür Devrimi, İnkilap ve Aka Kitabevleri, 1982

Halil İnalcık, Atatürk ve Demokratik Türkiye, Kırmızı Yayınları, 2007 

Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, I. ve II. Cilt, YKY, 2004

Hüseyin Ağca, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Ahlak Dünyası Üzerine Bir Deneme, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2016

Mehmet Kaya, Ergün Öz Akçora, Atatürk’ün 1937 yılında Gerçekleştirdiği Gezilerin Önemi ve Sonuçları (Malatya-Elazığ-Diyarbakır-Sivrice ve Pertek Gezileri, Akademik Matbuat, 2019

Mehmet Pınar, Doğu'da Unutulmuş Bir Kültür Ocağı: Van Halkevi, dergipark

Müjgan Cumbur, Atatürk ve Milli Kültür, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1981

Müslime Güneş, Adnan Menderes ve Halkevleri, Çağdaş Türkiye Araştırmaları Dergisi, 2012

Onbeşinci Yıl Kitabı, Cumhuriyet Halk Partisi

Orhan Koloğlu, Bir Çağdaşlaşma Örneği Olarak Cumhuriyetin İlk Onbeş Yılı, Boyut Kitapları, 1999

Rene Marchand, Le Reveil D’Une Race Dans La Turquie de Mustapha Kemal, La Nouvelle Societe d’Edition, 1927

tbmm.gov.tr

Yener Oruç, Atatürk’ün Fikir Fedaisi Dr. Reşit Galip, Gürer Yayınları, 2008

Yüksel Yıldırım, Urfa’nın Sosyo-Kültürel Yaşamında Mihenk Taşı Bir Kurum: Urfa Halkevi, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2016

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Arşiv
Kapalı

CUMHURİYETİMİZ 100 YAŞINDA! (*)

BİR CUMHURİYET GERÇEĞİ: ATATÜRK, HALK VE KÜLTÜR

 

Zaman göreceli bir kavram. Matematik, fizik, felsefe pek çok yorumlar getirmiş, toplumların kültürüne göre algılanışı değiştiği için sosyal özelliği de var. Çok kısa, çok uzun. Hızla geçiyor, yavaş geçiyor, bazısı için geçmek bilmiyor. Akıp gidiyor, yakalamaya çalışıyoruz, tutamıyoruz. Cumhuriyetin o ilk yıllarında yaşasaydım ne hissederdim, diye, düşünüyorum, uzun bir ömür gibi gelen o savaşlar, kayıplar, yürek yırtan acılar, sonra o kısacık bir sürede yaşananlar, nefes, şaşkınlık, dönüşüm, yeniden doğuş. Varoluş. Özgürlük. Akıl. Saygı, sevgi. İnanç. O yüksek duyguların içinde, bir kahramanın yol göstericiliğinde, hızlandırılmış zaman tünelindeymiş gibi koşma. Bugünün deyişiyle ziplenmiş dosya gibi (ki yaşadığımız son 20-25 yıl için de böyle hissediyorum mesela) zihinsel ve kültürel kodlarımıza işlenmiş dolu dolu bir on beş yıl... Neşeyi, coşkuyu, sevinçten havalara uçmayı, aydınlanmanın ve eşitlenmenin gücünü, hele hele bir cumhuriyet kadını olarak okuduklarımdan hissedebiliyorum, enerji topluyorum da zamanı hissetme konusunda hayal gücüm işe yaramıyor. 

Bir daha okuyorum o ilk dönemde yapılanları, dünyanın şaşkınlığını, tepkisini, yine de ışınlanamıyorum o hisse. Atatürk’ün zamanı algılayışının zamanının ötesinde olduğunu bir kez daha anlıyorum. Zaman konusunda farkındalığı da, parlak zekâsı, aklı, planlama ve gerçekleştirme gücü de büyüleyici. Müthiş bir öngörü ve iç sesini dinleyerek (herkese kafa tutuyorsanız hem cesur hem çevrenizde olan bitenin bilincinde, hem de iç sesinizi dinliyorsunuzdur), hayatı pahasına zamanı iyi kullandığı da (burada tam Atatürk’ün hayalini kurduğu genç olan İnalcık Hocamı anmadan geçemeyeceğim, o da müthiş bir zaman mühendisiydi) bir gerçek. 

Zaman, insan hayatı, bilinmezliklerle dolu aynı zamanda, zamanı planlayabiliyor, doğru ya da yanlış kullanabiliyoruz (içinde insan olduğu için, kime göre neye göre sorusuyla), belirsizlikse hep var, ancak cesaretle, durumu saptayıp tespitini doğru yapar çözüm üretirsek, akılcı ve gerçekçi bakarsak, farkındalıkla kendimizi dışarıdan gelecek “tehlikelere” karşı koruyabiliyoruz. Toplumlar da insanlardan oluştuğu için insan hayatını toplum hayatı ile yer değiştirin, farketmiyor. 

Bugün 100. Yaşımızı kutluyor ve cumhuriyetin nimetlerinden faydalanıyorsak Atatürk’ün durum tespitini ve çözüm önerilerini zehir gibi saptayıp sorunlara saldırarak çözdüğünü (bu da sevgili İnalcık’da görülen bir davranış biçimi) görmememiz, sevgisi hâlâ bizi sarıp sarmalıyor ve güç veriyorsa doğru yolda olduğumuzu düşünmememiz için hiçbir neden yok.  

Atatürk kendisinin, memleketi için yaptıklarının çok övülmesinden hiç hoşlanmazmış, eleştirmekten korkan, fikrini söylemeyenlerden, karşısında el pençe divan duranlardan da çok sıkılırmış (zaman kaybı). Hayatının sonuna kadar en yakınında bulunmuş rahmetli Hasan Rıza Soyak, böyle gecelerden birinde, övgüler iyice uzayınca şöyle diyerek konuyu kapattığını söylüyor, hatıratında: “Efendiler, size şunu söyleyeyim ki, inkılapsa, Türkiye Cumhuriyeti’ni benim şahsımla kaim zannedenler çok aldanıyorlar, Türkiye Cumhuriyeti; her manası ile, büyük Türk Miletinin öz ve aziz malıdır. Kıymetli evlatlarının elinde daima yükselecek, ebediyen payidar olacaktır. Şimdi rica ederim artık bu bahsi kapayalım, bir daha da tekrar etmeyelim.” Fikir tartışmaları, nezaketle karşındakini dinleme, düşünme, paylaşma, ileri götürecek fikre değer verme eyvallah ama ilerlemeyi durduracak, boş kavgalardan da hoşlanmıyor (zamanın değerini bilme). Yürüyor bir başına (son derece bir başına, kendi keyfi için değil vatana adanmışlıkla), ülkeyi kültürel açıdan yükselteceğine inandığı liyakat sahibi ekibiyle, arkasına ona inanmış koca bir toplumu alarak. 

Doğunun ve Batının ülkemize, hızlı değişen Türkiye’ye merak ve şaşkınlıkla baktığı o kısa zaman zarfı… Paramparça halden doğan Türkiye Cumhuriyeti. Laiklik ilkesi. Devrim. Bugünün dünyasının dahi kabul ettiği, unutamadığı (zamana damga vurma) büyük lider. Orhan Koloğlu, 1938’e kadar olan tarihi süreç içinde ayrıntılı bir biçimde hem İslam hem de Batı ülkelerini karşılaştırarak tepkileri incelediği kitabında (Bir Çağdaşlaşma Örneği Olarak Cumhuriyet’in İlk Onbeş Yılı) bir ulusun doğuşuna nasıl şaşırdıklarını, “Büyük Savaşı izleyen bir sürü ihtilal içinde (Türkiye’deki kadar) beklenmedik ve takdire değer sonuçlar veren olmadı… Oysa, savaşın sonunda Türk milletinin yaşayabileceğine kimse inanmıyordu…” der. 1930 yılında Fransız siyasetçi ve fikir adamı Edouard Harriot’tan (New York Times, “Atatürk ve Türkiye” yazısı) bu da: “… içtimaî ve ahlâkî yeniliklerinden her biri tarihi bir kıymete haizdir; bunların hepsi biraraya gelince, tarihte, misli görülmemiş bir olay teşkil etmektedir.” Birkaç senelik bir zamanda (kendi ifadesi) gerçekleşen Türk Devriminde, ne insani ihtirasların coşması, ne maddi servetlerin ziyan edilmesi, ne de partilerin veya sınıfların kanlı kavgaları vardır, diye ekler ve bunun Türk inkılabının ruh eseri olduğunu, onu idare eden şahsiyeti Kant mektebinden bir filozof gibi gördüğünü!, onun demokrasinin ateşli savunucusu olduğunu, millet için ve milletle beraber çalıştığını yazar. 

Ne tatlı değil mi? Ne partilerin, sınıfların kavgası, ne ihtirasların coşması, ne maddi servet ziyanı, üstelik demokrasinin ateşli savunucusu olarak, millet için ve milletle beraber çalışmak… 

 

Çağdaşlaşmış ve son derece ciddi bir Türkiye

 

İngiliz uzman, C. V. Usborne, (“Turkeys Westernizing Movement”) “Çağdaşlaşmış ve son derece ciddi bir Türkiye, Avrupa politikasında her zamankinden daha kudretli bir güçtür” der. O yıllarda yarattığımız etki güzelmiş: Çağdaşlaşmış ve son derece ciddi bir Türkiye…  Ki, bunu bize zaman da gösteriyor, hem Doğulu hem Batılı bir toplum olduğumuz için, Atatürk de bunu çok iyi tespit edip (elbette kültürel süreci var bunun da) toplumu medeniyete taşımak için o özü ortaya çıkarıyor zaten. Değişik, çok değişik bir hareketi var Türkiye Cumhuriyeti devrimlerinin, formüllere gelmiyor (Bence o özel kök nedeniyle bugün halen Batılılar bizim toplumsal tepkilerimizi anlayamıyor, formüle gelmiyoruz).

Bunu nasıl yaptığına bakıp anlamaya çalıştığımızda, zaman kapsülünden bize aktarılanları okuduğumuzda, dinlediğimizde bugün bize de işaret olacak bilgileri anlatan çok değerli uzmanlarımız, araştırmacılarımız, zehir gibi nesiller var. Benim derdimse kültür, bana göre 70’lerin sonundan itibaren iyice çıkmaza girmiş, toparlanmaya çalışılsa, pırıl pırıl insanlarla fikirler, eserler ortaya konsa da gide gide daha da farklılaşmış bir alan kültür. Zihniyet tarihimiz, kültürün kendisi, çapı, dalgaları, iletişim, koruma, yaratıcılık ile toplumu dönüştürme ve birleştirme gücü beni büyülüyor. Atatürk’ün kızdığı bir sözmüş, cumhuriyetimizin mucizeye benzetilmesi, mucize değil, cumhuriyetin sahip çıktığı kültür de insanın eseri sonuçta. Yani bu yazı, cumhuriyeti kültürel açıdan ele alıyor. 

Cumhuriyetin akıl, aklın insan demek olduğunu, insanlık adına tüm değerleri kapsadığının bilincinde, insanlık adına ondan önce yaşanmış ve yaşanmakta olan gelişmelerin farkında, son derece hâkim, son derece kültürlü bir lider Atatürk. Çok başka, o kadar başka ki halkının, o farkında olmasa da insanlık adına çok zengin kültürünün, tarihinin bilincinde, toplumun, o kültürün onu kabul edeceğini, anlayacağını da herkesten önce farkediyor. Gözlem gücünün, hislerin, algının, aklın, sevginin, sadece insana odaklanmanın güzelliği... Bu toplumun kadınının erkeğinin kültürel kodlarını, iyilikseverliğini, fedakârlığını, sabrını, gücünü, ama aynı zamanda kendi iyiliğine olan tüm yeniliğe ve gelişmeye açık olduğunu görüyor, zaten 19. yüzyıl gibi ulus devletlerin kurulduğu, ulus bilincinin ortaya çıktığı, sosyal bilimlerin toplumların hayatına nüfuz ettiği bir dönem akıyor, imparatorlukların parçalandığı bir çağın sonu gelmiş, 20. yüzyıldayız. Süreç işliyor. Kurduğu cumhuriyetin çapı, ataklığı, çok kısa sürede zirveye yükselişi onun haklılığını ispatlıyor, toplumun hem içinde hem ilerisinde, toplumla kurduğu bağ o kadar sahici, insanlık adına o kadar gerçekçi temellere dayanıyor ki o yüzden Atatürk Cumhuriyeti, Atatürkçülük gibi tabirler doğuyor, o yüzden dünyada gözler ona ve kurduğu cumhuriyete çevriliyor. Kendimizi, kültürümüzü hiç küçümsemeyelim. Her toplumun farklı dinamikleri var, medeniyet kültür insanla var, zaten kültür de insan ve toplumların dinamikleri üzerinde yükseliyor. Yaşam ya da ölüm gibi bir noktada halkını yaşama yönlendirmesi bir yana, onun içindeki cevheri çıkarması ve o cevheri parlatmak için eğitime sorunu saptayıp geniş bir açıdan bakarak sarılması, kültüründen gurur duyacağı çıtaya yükseltmesi, ancak aklını kullanarak dönüştürebileceği, yüceltebileceği, varolacağı fikrini genç cumhuriyete benimsetmesi, o kuşakların bunu sahiplenmesi, anlaması, o inanç ve azimle çalışması, kuşaklar boyu bunun bizlere aktarılması… Hurafelerden uzak insana değer vermesi, akıl toplumuna yönlendirerek, kültür eğitim hukuk olsun her alanda odağına insanı alarak yükseltme hamlesi de bu yüzden. 

 

Kültür Devrimi

Cumhuriyetimiz, kuruluş değerleriyle, o değerleri gerçekleştirme gücü ve halen süren kararlılığıyla çok özgün, Atatürk kadar, kurucu entelektüelleri, birliği, ölümüne sevdalısı toplumu, inancı, bir olan halkı kadar özgün, sıradışı. Evet, bugün değişen toplumsal dinamikler(imiz)den, insanı kendinden eden şu hız çağında dünyanın vardığı acımasız hırslardan, hele hele ülkemizde gözardı edilen şeylerden sıkıldık, yorulduk. Ancak tarihe bakarsanız her toplum, her yüzyıl, çilelerle yaşanmış, şekillenmiş, siyasi çekişmeler, kavgalar, savaşlar, sosyal adaletsizlikler, gözyaşları eksik olmamış ama mücadele eden, bilime eğitime kültüre “kendi aklıyla” güvenen, okuyan, yüzünü medeniyete çeviren, çağdaşlaşan kazanmış. Ya da kazanamamış, dertlerle boğuşmasını sürdürmüş ve hatta yok olmuş. Ama biz başarmışız. Ve işte 100. yılımızdayız. Belki şimdi asıl sormamız, aradaki açığı kapatmamız için soru şu: Acaba biz kendimizi ve onun kurduğu cumhuriyetin kültürel (takıntılıyım bu konuda, kültür önemli) altyapısını ve yaptıklarını ne kadar tanıyor, üzerinde düşünüyor, analiz ediyor, bugüne bakıyor ve kopya çekip ne kadar dönüştürüyoruz?

 

Atatürk’ün kültür devrimi gerçekten de hiç bir toplumun bu kadar yoğun bir değişimi sığdıramadığı bir süreci kapsıyor. Akılcılığın üzerine inşa edilmiş Batı toplumunu çok iyi tanıyan Atatürk, son derece düşük okur yazarlık oranına sahipken, tarım, sanayi, teknoloji, bilim, sanat, hukuk, eğitim, kültüre değer vererek, herkesin gözünün açık kaldığı ve hatta yürüyeceğine inanmadığı özgün bir modelle bu cumhuriyeti kuruyor. O fakirlik, maddi yetersizlik içinde, o kadar kısa sürede, ortak paydası memleket olduğunda, vizyon, ideal, hedefler sağlamsa ve liyakat sahipleri görev başındaysa eğitim alanında ne büyük atılımların gerçekleştiğini genç araştırmacılar, o dönemleri yaşayanlar, uzmanları rakamlarla anlatıyor. Baktığınızda şaşırmamak mümkün değil. %70’den fazlası köylerde toplanmış bir nüfus, okur yazar oranı %10’un altında, nüfusun yarısından fazlası kadın, her 5 çocuktan sadece 1’inin (tabii ki kız çocukları oranı değil bu) okula devam edebildiği bir hakikatten, köylere köy ortamında öğretmen yetiştiren modellere, öğretmenliğin cazip hale getirilmesine vd... 1923-1924 öğretim yılında 4.894 olan ilkokul sayısı 1937-1938 öğretim yılında 6.700’ye, öğretmen sayısı 10.238’den 15.775’ye,  öğrenci sayısı ise 341.941’den 764.691’ya çıkmış. Öğrenci sayısı %224 artmış, 1938’de düşünün hâlâ Türkiye’deki 40.000 civarındaki köyün %83’ünde okul yok. Her birinin bize hatırlatılması, öğrenmemiz, değerlerimizi tanımamız gereken (kültür) müthiş ekip, çalışma arkadaşları var yanında, onu anlayan, enerjisiyle seviyeyi yukarılara taşıyıp alıp götüren. Dr. Reşit Galip de bunlardan biri. “Atatürk’ün ‘Fikir Fedaisi’ Dr. Reşit Galip” adlı eserinde Yener Oruç, “mülkiyetin belgesi tapunun üzerine, kültür ve tarihten oluşan mühür ve imzayı yerleştirmek istiyordu. Böylelikle ulusal mimariyi derin bir temel üzerinde geliştirerek kimsenin toprağından söküp atamayacağı bir ulus bilinci hareketini, Milli Eğitim Bakanı olarak sürdürüyordu.” Tüm kaynak yetersizliğine rağmen ortaokulu sonuna kadar okumamış bir genç, ilköğretimini tam yapmış sayılamaz, diyen, yani 8 yıllık eğitimi 1930’larda ilk dile getirenlerden. Dr. Reşit Galip de ne yazık ki çok erken yaşta vefat ediyor. Eğitim kahramanları ordusunun kilit isimlerinden Mustafa Necati Beyi de (ülkemiz için yaptıklarını burada anlatmaya satırlar yetmez, çok kıymetlilerden biri, Atatürk’ün yakın fikir kurmayı, başka bakanlıklarının yanısıra en son olarak üç yıl Maarif Vekili, ve tam Millet Mekteplerinin açılacağı gün, genç yaşta apandisti patlayarak vefat ediyor o da ne yazık ki, hüngür hüngür ağlıyor Atatürk), tüm emek verenleri de minnet, sevgi ve saygıyla anıyorum.

 

“… köylü ile şehirli arasında karşılıklı sevgi ve dayanış­ma duygularının kuvvetlenmesine…”

 

Afet İnan, “Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler” kitabında Atatürk’ün sözlerini not halinde aktarır ve  “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür” dediğini yazar. Bugün bize bir bakıma, zaman içinde yaşanan pek çok gelişmeyle unutturulmuş kilit bir cümle bu. Aslında sokağa çıkıp, hatta kültürlü insanlara bile sorsanız kültürü tanımlamada anlamlı cevaplar alacağımız şüpheli. Bir sürü merkezler, kurumlar, dernekler açılıyor, zaman akıyor, çok iyi çalışan da var, ama, ama işte… O temelden uzaklaştırılmışız. Bu konuda yıllarca yatırım yapılmamış, kültür ve medeniyet (kültürünüzü koruyorsanız medeni olursunuz, medeniyet kültürle birlikte gelir) nedir unutmuş, her birimiz, kurumlarımız, kendi kendine, olabildiği kadar bu konularda var olmaya çalışmış. Halkı önemsememiş, onun eğitimini, kültür temelini, sanatsal, yaratıcı yanını göklere çıkarmamış, kültürü sokaklara sermemiş ve çok uzun yıllardır böyle yapılmış. Oysa eğitimle kültür ve ulusal bilinç ilişkisinin kilit bir ayrıntı olduğu, o ayrıntının üzerine çalışıldığı, ona kıymet verildiği, yüceltildiği için akıl toplumlarına koşuyoruz, Batının medeni ülkelerinde kültür kilidi çoktan çözüldüğü için tıkır tıkır işliyor oralarda. 

 

Günümüzde, artan çok fazla tanımı var kültürün. Ama bir temel gerçek var, kültür üzerine çalışanlar kültürün, kesin olarak yerli ve milli (bu tanımı duyanlar şaşırıyor, bu yeni bir icat değil, ayrıca cumhuriyette ve benim dönemimde, yani 70’lerde okurken, dünyaya elbette gözlerimizi kapamadan yerli ve milli şuurla yetiştik) ve bir ulusa ait olduğunu, bir ulusun, ulus olma bilinci ve birliğinin ancak kültürle olacağını biliyor. Bu, kendini dış dünyaya kapatıp hamasetle, ezberle yetinmek değil, tam tersine kendi geçmişini, kültürünü gerçek anlamda tanımak, bilmek, topluma yayıp gelişmeyi sağlamak (elbette eğitimle, bilinçle) ve tüm medeniyetlere açık, paylaşımcı, önyargısız bir varoluş demek. Çünkü içinde insan, insanın ürettikleri var. Kültürün yoksa sen de yoksun. Bayağı derin ve önemli bir konu. Çünkü bir ulusa ait, çünkü soyut somut bilgi, üretim, sanat, gelenek, görenek, dil, inanç, alışkanlık, değer yargıları, yiyecek, giyim-kuşam gibi insanın yarattığı tüm unsurları kapsıyor, kuşaktan kuşağa öğreniliyor, yeni kuşaklara aktarılıyor, toplumsal yanı nedeniyle değişiyor, saygıyla dönüşüyor, insana dair zenginlikleri kapsadığı için çağı yakalıyor, öyle dondurulmuş bir yiyecek gibi değil ama korunuyor ve toplumu bütünleştiriyor. Tüm bu yerel olan özellikleri aslında onu hem capcanlı, merak uyandırıcı, birleştirici, hem de uluslararası da kılıyor. Atatürk hem bunu, hem de hiç şüphesiz, kültürün pek çok tanımını ve önemini biliyordu (4 bini aşkın kitaba sahip kütüphanesi, koleksiyonları olan, danstan müziğe, felsefeden edebiyata, her koşulda günde en az 100 sayfa kitap okuyan, dünyayı tanıyan bir zihin), kültürün toplumu birbirine sımsıkı ve huzur içinde bağladığını, geliştirdiğini, devletin de ancak böyle yükseleceğini. Eğitim altyapısının bu yönde güçlenmesi gerektiğini de. “Kültür ile uygarlığı ayırmak güç ve gereksizdir, diyor, “Kültür, bir insan toplumunun devlet yaşamında, düşünce yaşamında, yani bilimde, sosyolojide ve güzel sanatlarda, ekonomik yaşamda yapabildiği şeylerin sentezidir.” Sonra, “kültür, okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden mana çıkarmak, intibah almak, düşünmek, zekâyı terbiye etmektir. Yine insan, enerjisiyle ve fakat tabiatın ona iltifat edil­dikçe tükenmez yardımıyla, yükselen, genişleyen insan zekâsı, hudutsuz kavrayış anlamında 'insanım' diyen bir özel niteliği olur.” “İnsanım, diyen bir özel bir nitelik”. Konunun derin olduğunu söylemiştim, halka duyuruyor: “İnsanların hayatına, faali­yetine hâkim olan kuvvet yaratıcılık ve icat ka­biliyetidir. İcadı ve yaratıcılığı yapabilen insanların ise, mutlaka kültürlü olmalarının şart olduğu ortaya çıkmıştır.” Sonra, bugün bize unutturulmuş, Allahtan şimdilerde Alacahöyük sergisiyle (Yapı Kredi Kültür Sanat) hatırlatılmış, bayıldığım şu cümlesi: “Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür.”

“İnsanım, diyen bir özel niteliği olur” diyor, “yaratıcılık ve icat kabiliyeti.” O özel niteliği yükseltmek bilindiği gibi sadece fen bilimleri ile olmaz, insan sosyal bir varlık aynı zamanda, anlamak isteyen, sosyal bilimler var, anlama büyük yarar sağlayan. Hukuk, Sosyoloji, antropoloji (kültürle bağlantısı nedeniyle daha da mühim), felsefe, tarih, coğrafya, mantık, estetik, psikoloji, özellikle sosyal bilimler kendimizi ve toplumu anlamamızı sağlıyor. Okuyor, öğreniyoruz, kendi fikirlerimiz oluyor, sentezler yapıyor, karşılaştırıyor, farkındalık kazanıyoruz. Böyle böyle oluyor, var oluyoruz. Cumhuriyetin, Atatürk’ün hayali de, birey olarak her birimizden beklediği de bu varoluş, sonra da emanet ettiği bu güzel memleketi tüm varlıklarıyla daha da anlamlı hale getirmekti. 

 

Adalet ve hak, eşitlik, bağımsızlık üzerinde düşünmek, anlam, gerçekten hakka değer vermek… İlk açılan fakülte Hukuk Fakültesi bu yüzden, sonra ziraat, siyasal bilgiler, Ahmet Arslan Hocanın dediği gibi, adı bile çok güzel olan Dil Tarih, daha sonraları üniversite reformunda dönüştürülerek açılan İstanbul Üniversitesi. Hukuk, Adalet, Eğitimde birlik (Tevhid-i Tedrisat Kanunu), ulus olma bilinci ve gururu, kadın erkek eşitliği, özgürlük, kültürün bir öğesi olan dinin kişiselliğinin/devlet işlerinden ayrılmasının altının çizilmesi, akılcılık, cehaletle savaş, emeğe saygı, halkçılık, halkla aydın kesimin arasını kapatma azmi, kimliğini koruyarak medeniyete, yani akıl toplumu olan Batıya yönelme. Sonra halk evleri (Reşit Galip’e Halk Evlerini kurma görevi verilmiş). Köycülük, halk odaları… 

Bugün, aradan geçen zamanda her biri ne yazık ki birbirine benzeyen, özgünlüğü elinden alınan, yani kültürü tahrip edilen köylerimiz ve köycülük! Halk Evleri 19 Şubat 1932 günü açılıyor, ilk başta Ankara olmak üzere, bir gün ara ile Samsun Diyarbakır Eskişehir İzmir Konya Denizli Van Aydın Çanakkale Bursa ve İstanbul’da çalışmaya başlıyor, kısa zamanda tüm illere yayılan bir kültür örgütü haline geliyor. 

Halk Evlerinin açılışında Atatürk “Türkiyenin sahibi ve efendisi kimdir?” diye soruyor, “Köylüler” sesleri, duyuluyor kalabalıktan. “Bunun cevabını derhal birlikte verdik. Türkiyenin hakikî sahibi, efendisi, hakikî müstahsil olan köylüdür. O halde herkesten daha çok refah ve saadete lâyık olan köylüdür. Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin iktisadi siyaseti bu aslî gayeyi istihsale matuftur. Yedi asırdan beri cihanın dört köşesine sevkederek kanlarını akıttığımız, kemiklerini yabancı tapraklara bıraktığımız ve yedi asırdan beri emeklerini ellerinden alıp israf ettiğimiz ve bunca fedakârlıklarına ve ihsanlarına karşı nankörlük, küstahlık, ceb­barlıkla uşak menzilesine indirmek istediğimiz bu aslî sahibin huzurunda bugün hicap ve ihtiramla hakiki vaziyetimizi alalım.” Halkevleri kuruluşunda en çok çaba harcayan, temel ilkelerini hazırlayan kişi, dönemin Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip de açılış konuşmasında, “ulusal varlığın sağlıklı olması, köylünün refah ve mutluluğuna bağlıdır. Köylü korunmalı, bilinçlenmeli ve kültürü yükseltilmelidir. Köylüyü ezen vergiler kaldırılmalı ve koruyucu vergiler konmalıdır” diyor.

(YAZI DEVAM EDECEK)

Arşiv
Kapalı

AFRO-TÜRKLER, TÜRKİYE’NİN ARAPLARI

Melek Annem ve Ben kitabimdan Sazidil Kalfa

Onlar aslında yüzyıllardır buradaydı; kaderlerine sessizce boyun eğerek yüzyıllar boyunca buraya taşınmışlardı. Haliyle hepsi Türkçe öğrenmiş ve Türk vatandaşı olmuşlardı. Ama biz farklılıklarını merak edip sorgulamadan kültürlerini, onları görmezden geldik hep. Zenci dedik, Somalili dedik, herkesi bir tuttuk, nereden geliyorlar acaba diye düşünmedik, haliyle de kimse onların geçmişini bilmedi. 

Tophane’de bir zamanlar ‘Türkiye’nin Siyahları’ başlıklı bir sergi açılmıştı. Sergiyle birlikte Kölekıyısı kitabı tanıtılmış ve bir panel düzenlenmişti. Hani Türk filmlerinde, romanlarında, öykülerinde karşımıza çıkan ama nedense bir türlü nereden geldiklerini, niye hep hizmet yapan görevlerde olduğunu pek de (aslında hiç sorgulamıyoruz, genelden bahsediyorum, çünkü genel kültür insanın tüm hayatını, ülkeyi etkileyen önemli bir şey) sorgulamadığımız Arap nüfusumuzla ilgili ben de ilaveten pek çok şey öğrenmiştim. Katılımcılar arasında Kölekıyısı isimli kitabın yazarı Afrikalılar Dayanışma, Kültür ve Yardımlaşma Derneği Başkanı Ayvalıklı mermer ustası Mustafa Olpak da (kendi deyişiyle Arap Mustafa) vardı ve bizzat yaşadığı deneyimlerden, ona anlatılanlardan örneklerle içerden acı gerçekleri anlatmıştı. Aslında TRT tarafından Arap Kızı Camdan Bakıyor isimli bir belgesele de konu olmuştu onun, ailesinin, dostlarının ve yüzyıllardır bizimle yaşayan, bizden olan bu toplumun hikâyesi. Olpak’ın Arap Kadın Kemale/Kölelikten Özgürlüğe olan ilk kitabının ardından Kenya-Girit- Ayvalık/ Köle Kıyısından İnsan Biyografileri kitapları da bulunuyor. 

Sabancı Üniversitesi’nden tarihçi Hakan Erdem, katıldığım o panelde Osmanlı’da köle ticaretinin farklılığından bahsetmişti. Bu konuda çıkan kitaplar göreceli olarak artık çoğaldı, özellikle Nida Nebahat Nalçacı erken dönemden başlayarak neredeyse tüm araştırmalarını esir ve köle ticareti üzerine yoğunlaştırdı. Bu ticaretin nasıl işlediği, hangi alanlarda çalıştıkları gibi ve en önemlisi arşiv belgelerine dayalı ayrıntılarla veriyor; Sultanın Kulları kitabını, Büyük İstanbul Tarihi’ndeki Osmanlı İmparatorluğu’nda Köleler makalesini okumanızı öneririm: «İstanbul’daki köle nüfusu statik olmamakla birlikte çeşitli kaynaklar yardımıyla tahmin edilebilmektedir. Bu kaynakların en düzenli bilgi aktaranları şüphesiz Venedik elçilerinin raporlarıdır. Halil İnalcık, bu raporlar vasıtasıyla İstanbul’daki kölelerin, savaş esirlerinin ve devşirmelerin toplam nüfusunun 1568 yılında 60.000’i, 1609 yılında 100.000’i bulduğunu kaydeder. Bu rakamlar abartılı kabul edilmekle birlikte savaş esirleri ise bu sayının çok daha altında bir nüfusa sahipti. Öyle ki, kamu teşekkülündeki esir iş gücü açığı kimi zaman köle pazarından satın alınan köleler ile kapatılırdı.» Bizans döneminde Kapalıçarşı yakınında, Osmanlı döneminde ise Haseki semtinde kurulan Pazar 17. yüzyıldan itibaren yine Kapalıçarşı ile Nuruosmaniye arasındaki Tavukpazarı diye bilinen yerde kurulmuştu.  

Hakan Erdem o günkü konuşmasında, Osmanlı topraklarında Amerika’dakinden farklı olarak açık köle sistemi diye bir sistemin yaygınlaştığını; ırkçılığa dayanmayan, kölelerin aileler arasına karıştığı farklı bir sistem olduğunu söylemişti. Taa Yıldırım Bayezid’den beri Afrika’dan beyaz ve siyah köle alıp ithal edilmiş, özellikle Sahra Altı denilen bölgeden, yani Habeşistan’dan Nijerya’ya kadar olan yerlerden alınıp getirilmişler. Belgelerden anlaşıldığına göre yolculukları haliyle çok zormuş, Trablusgarp ve Bingazi’den alınıp Girit’te mutlaka bir mola verilirmiş. İlginç olanı Amerikan filmlerinde gördüğümüz gibi öyle büyük gemilere doldurulup getirilmemişler; bir tüccar tarafından genelde küçük gruplar halinde biletleri alınarak, sanki normal yolcular gibi gelmişler. Osmanlı hukukuna göre, bu insanların köle yapılırken Müslüman olmamaları gerekliymiş. 19. yüzyılda Mısır hariç bölgelerden köle gelmiş, ne yazık ki ancak belgeler ışığında birtakım sayılara ulaşmak mümkünmüş ve buna göre bu yüzyılda yaklaşık 10 bin köle varmış. 1857’de Osmanlı’da köle ticareti yasaklanmış. Olpak’ın ailesi İstanbul’a getirilirken Girit’teki gemi değişimi ve mola sırasında iki teyzesini İngilizler satın almış ve taa 1940’da azat etmişler. Hayatlar, hayatlar, hayatlar…

Köle ticareti ortadan kalktıktan sonra da gelenler olmuş. Bu dönemde Afrika’dan gelen yüzlerce insan İzmir’de bir misafirhanede tutulmuş mesela. Gittikçe sayının artması ve bakımları sorun oluşturunca 1894’te Abdülhamid, muhacirin idaresi kanunundan yararlanarak bu azatlı kölelere ev, toprak vererek Konya ve Batı Anadolu’da bazı bölgelere yerleştirmiş (İzmir, Tire, Bayındır, Torbalı, Marmaris). Bugün bu bölgelerde bu yüzden sadece Arapların yaşadığı köyler, kasabalar var. Tabii zaman içinde evlilikler Arap halkın melezleşmesine hatta pek çok örnekte siyah renginin tamamen kaybolmasına bile yol açmış. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan, kimliğimizi taşıyan bu insanlar haliyle Çanakkale’de dahil pek çok savaşa katılmış, şehitler vermiş. Daha önce okuduğum bir makalede İstanbul’da yüzyıllar boyunca Çamlıca’da bir tepede Mayıs sonu, Haziran başında bir hafta boyunca bütün Osmanlı Arap nüfusun bir araya geldiği bir tür bayram düzenlendiğini unutmamıştım, daha sonra bu bayramın Mevlanakapı-Silivrikapı arasındaki Çırpıcı Çayırı’na taşındığını da… Ah ne çok gözümde canlandırdım, ne çok istedim Çırpıcı Çayırı’na ışınlanıp o bayramı kutluyor olmayı… Şehir, köy, kasaba şenlikleri insanları kültürel olarak birleştiren, yaşatılması gereken, çok ilgimi çeken etkinliklerden. Kültürel süreklilik, aktarım, değişim, yerele sahip çıkma ve toplumu şenlendirme, kaynaştırma. Hayal edip durdum yıllarca bu bayramı. Tam neresiymiş merak ettim (Zeytinburnu’nda). Meğerse bu bayramın benzeri 20. yy boyunca İzmir’de de yapılmış, adı da Dana Bayramı olmuş orada…

Köle ticareti yasaklanmış olsa da vatandaşımız olan bu insanlar aslında hep sıkıntı çekmişler. Mustafa Olpak tüm hayatı boyunca ama özellikle çocukluğunda çok sıkıntı çekmiş, hâlâ birçok çocuk ilkokula gitme korkusu yaşıyormuş. Renginden ötürü tepki görüp okuldan kaçanlar, hatta köylerde yaşamayı tercih edip kentlere gelmek istemeyenler de çokmuş… Olpak, bugün Ayvalık’ta yaşıyor, Afrikalılarla ilgili derneğini de burada kurmuş. 2006 yılında kurulmuş Afrikalılar Dayanışma, Kültür ve Yardımlaşma Derneği. Afro-Türkler diyorlar kendilerine. Derneği kurma amacı, biz de varız, yalnız değiliz demek… 

Mustafa Olpak derneği kurmuş kurmasına ama başına gelmedik kalmamış. Sen misin dernek kuran? Hem de içinde Afrikalılar adı geçen… Trajikomedi gibi. Derneğin ilk toplantısı için Ayvalık’a gelen üyelerin, aksilik bu ya!, hepsi siyahmış ve hem de bir otobüs doluymuşlar. Jandarmalar sık sık durdurmuş onları, ‘bu kadar mülteci nereye gidiyorsunuz’ diye sormuşlar, Türkçe konuştuklarını duyunca ilk şaşkınlıkları gelmiş. ‘Bu kadar kısa sürede dilimizi öğrendiklerine göre çok zeki bunlar’ diye aralarında konuşurken TC kimliklerini görünce daha da şaşırmışlar – düşünebiliyor musunuz, emniyet, jandarma bile konudan bihaber. Böyle ikide bir çevrilip kimlik kontrolü şaşkınlığı yaşayarak grup sonunda Ayvalık’a varmış. Ne yaptılarsa bir türlü dertlerinin yüzyıllardır bu ülkede yaşayanlar olarak, geçmişten gelen Afrikalı kültürlerini yaşatmak, bilmeyenlere anlatmak olduğunu bazı insanlara kabul ettirememişler. Bölücülük yaptıkları suçlamaları peşini bırakmamış ve dikkat: En son olarak dernek binası yakılmış!.. 

 

 

 

Kölelik, cariyelik, evlatlık olarak yüzyıllardır bu topraklara getirilmiş bu insanların çocukları ve onların çocukları sadece bazı tarihçilerin, bazı kişilerin ilgisini çekiyor. Kültür Bakanlığı keşke tarihimizle barıştıracak sergiler düzenlese ve artık bu yabancılaşma efektinden kurtulsak… O sergiyi, yeni sergileri Türkiye’deki kentlere götürebilir, herkesin anlayabileceği güzel açıklamalarla etkinlikler düzenleyebilir. Afro-Türk Derneği ile neler neler yapabilir, düşünsenize, nasıl canlanır tarihimiz, kültürümüz... Bu arada 1920’lerin sonuna kadar düzenli kutlanmış, 1950’ler sonuna kadar gizlice kutlanmış kültürel etkinlikleri, derneğin kuruluş tarihinden itibaren İzmir’de kutlanıyor. Afro Türk Derneği’nin ve İzmir Alsancak Konak Belediyesi’nin katkısıyla Uluslararası Dana Bayramı adıyla 15 yıldır İzmir Festivalleri arasında yer alıyor, bazen Mayıs, bazen Haziran (bahar ve bereket bayramı nedeniyle bu tarih olsa gerek), bazen de Eylül’de gerçekleştiriliyor, ne yazık ki İzmir dışına çok iyi duyurusu da yapılmadığı için (benim fikrim) pek çok kişi haberdar değil ve ben de henüz katılamadım. Ülkemizde böyle katılmak, bizzat yaşamak istediğim pek çok yerel şenlik var, ama tüm bunları bize sene başında haber veren bir broşürümüz, planlanmış takvimimiz bile ne yazık ki yok. Ulusal olanla yerel, kültürde birleşerek neler neler yapılır, neşe saçılır, yerel korunarak birlik olunur, değişim geçirir ve uluslararası boyuta taşınır oysa…

Afrikalılar Dayanışma, Kültür ve Yardımlaşma Derneği, Afrotürkler hakkında derneğin web sitesinden daha geniş bilgi edinebilirsiniz (http://afroturkler.com/#). Ataları 1926’da Medeni Kanun ile resmen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmuş vatandaşlarımızdan söz ediyorum. Peki neden Afro-Türk? Osmanlı imparatorluğu döneminde Afrika’dan gelenlerin torunları günümüzde atalarının kökenlerine atıfta bulunarak ‘Afro-Türkler’ kavramını kullanıyor. Dünyanın farklı coğrafyalarına taşınmış, farklı dönem ve koşullarda varolabilme becerisini göstermişler. Torunları da bu esnek uyum kabiliyetlerinin kaynağının ortak köken öğretilerinde arıyor. 

“Afro-Türkler, ana kara Afrika’dan tüm dünyaya yayılan kültürler ve taşıdıkları mirasların izinde kendi özgün hikâyelerini anlatmaktadırlar. Afro-Türk demek, tüm bu karmaşık yüzyıllar boyunca süre giden tarihsel ağın izinde devam eden bir var oluş mücadelesi demektir. Susmayan ritmin hikâyesini sürmek demektir. İnsanlaşma tarihinden kısa bir hikâyedir.”

Fotoğraflar: Emine Çaykara Arşivi: Melek Annem ve Ben Kitabı'ndan Şazidil Kalfa,  Afrikalılar Dayanışma, Kültür ve Yardımlaşma Derneği 

Arşiv
Kapalı

"Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür."

Hattusas Emine

Arkeolojik ve kültürel anlamda inanılmaz zengin, geçmişin inanılmaz izler bıraktığı çok az ülkeden biriyiz, belki de bizim kadar fazla zenginliğe sahip ülke yok bile, yok, bunu herkesin yaptığı genel abartma hastalığımız nedeniyle söylemiyorum, bunu rakamlar da görünen ve kılavuz istemeyen köyler de söylüyor. Ama ne yazık ki Türkiye’de kültür varlıklarının, arkeolojinin daha her anlamda alacağı çok yol var.  Kültür bakanları geliyor, kültür bakanları gidiyor, turizm eklentileriyle bakanlık değişiyor, Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün bakanlığa bağlanmasıyla daha da çok şey değişiyor ama genel ve önemli sorunlar nedense hiç değişmiyor (nedense, nezaketen söylendi) Tarihe, arkeolojiye, sanata meraklıdan öte bilgi ve görgü sahibi yapı oluşmadan, organizasyon planları değişmeden, ülke gerçeklerine göre şekillendirilmeden ne yazık ki değişim mümkün değil. Çünkü dünya örneklerinden kültürel aktarımı başaran değerli yapılanmaların nasıl olduğunu biliyoruz. İş sadece maddi kaynak yaratmaya da dayalı değil, az maddi kaynakla çok ciddi dönüşüm alan ülkeler de yok değil elbette, ama ne yapacaksınız, tarihle ilişkisi hep zayıf bir toplum olmuşuz. Bu arada o inanılmaz zenginliğe rağmen bu ülkedeki tarihi eser kaydı da çok az.

2022 sonu itibarıyla tescilli taşınmaz kültür varlığı sayımız 122.144 mesela. Kültür Bakanlığı’nın resmi sitesine göre bu sayının içinde askeri yapılar, dinsel yapılar, korunmaya alınan sokaklar, idari ve ticari yapılar, doğal varlıklar, sivil mimari örneği (75.600, en yüksek sayı), şehitlikler, mezarlıklar (6368 adetle 2. en yüksek sayı) , anıt ve abideler de var, yani liste geniş… 3309 Kalıntı'mız varmış, kalıntı tabiri hele hiç de iyi bir gelecek ya da hayalimizde bir görüntü çağrıştırmıyor Türkçemizde. Toplam korunmaya alınan sokak sayımız kaç dersiniz? Çok şaşırtıcı ama sadece 77! Bolu'da 1 sokak mesela, Afyon'da yok, Ağrı'da da yok, Ankara'da da, güzelim Bursa'da 2 sokak derken listelere baktıkça şaşırıp duruyorsunuz. Bu benim ülkemin kültürel hazinesi mi diye... 

Konuyla ilgili şaşırtıcı örnek verirsek çok popülerleşen Zeugma’nın bile ünlendikten sonra eski eser kaydımıza girmesi bence en çarpıcısı… İstanbul’daki bazı eski eserlerin kaydı olmadığı için bir Bizans sarnıcını satın almış Sıvaslı birisiyle tanışmıştım, 1997’de tanıştığım bu kişi Haliç’te gayet makul bir paraya aldığı bu yeri kafe mi yapsam diye düşünüyordu, hatta sütunları da yıkarım gibi görüşleri vardı!.. Bir diğer sarnıç yine atölye olarak kullanılıyordu… Yüzyılların yapılaşması bir yana, o yapılaşma değmeden olduğu gibi kalan tarihi eserlerimiz de var. 

Her zaman bahane üretebiliriz, bahanelere sığınmak güçsüzlüktür, bu alanda da bahane üretebiliriz, ama şu ama bu, ama kültür gibi ayrıntı üzerine kurulu, insanın ürettiklerinin korunması, kuşaklar boyu aktarımı vatan, toplum için önem taşıyan bir alanda bu kabule dilemez bana göre. Sorun çok, o kesin, en başta eleman az, yapacak iş çok… Envanter kaydı tutulamadığı için bakanlığın tescil edemediği pek çok sit alanı, tarihi eser kaydımızın olmadığını biliyoruz mesela. Bir eserin, varlığın tescillenmesi için çalışmak, sistem kurmak gerek ki envantere alınsın, böylece hem listede olsun, sahibi olsun, koruması olsun. 2008'de www.tayproject'e yazdığım Halının Altı köşesinde bu konu çok daha vahimdi, çok yol alınmadı, ancak Maraş, Adıyaman Hatay depremi sonrası, yani yakın zamanda bazı, umarım ciddi çalışmalar yapılması için girişimde bulunuldu.

Müze sayımızda artış var, pek çok yeni müze açılıyor, bu güzel ancak müze dışında altyapı sorunlarımız var. Bakanlığın ülke gerçeklerine yönelik sağlam bir kültürel organizasyon, yapılanma gereği dışında, ki bu çok çok önemli, eleman azlığı da var. Ne demek istiyorum, elemanın azlığı üzerine, bir örnek vereyim: Türkiye’nin en büyük ve önemli müzelerinden İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde –bu müzede 1 milyona yakın eser var– 35’e yakın arkeolog çalışıyor. Bu arkeologların üzerine eski eser zimmetli, İstanbul’daki hafriyat kazılarının tümüne gidiyorlar, kazı yapılıyorsa başındalar, aynı zamanda eğitim çalışmaları yapıyor ve koleksiyonerleri denetliyorlar. İstanbul’da değil ama Anadolu’daki bazı müzelerde 2863 sayılı yasa gereği anıtsal bir ağacın, tarihi bir mağaranın tespiti için dahi arkeologlar gidiyor. Yani müzelerin çok yoğun iş kapasitesi var, gerçek görevleri sınırlarla çizilmediğinden de bu yoğunluk içinde debelenip duruyorlar. Müzekart uygulaması şahane bir fikir, umut veriyor ama insanlar gezdiğinde rahat anlayacağı bilgilendirme eksiği var, kaderine terkedillmiş haller çiziyorlar, bu çok üzücü, hatta içler acısı, eleman eksikliği, sergilemedeki, sunumdaki yetersizlik, tıkanmışlık, maddi kaynak yetersizliği ören yerlerinde de kendini gösteriyor. Ama aslında maddi kaynaktan ziyade nitelikli elemanlar, vizyon sahibi bir yapı ihtiyacı olduğunu da görüyorsunuz. 

Sağlam, kararlı, anlamlı, kalıcı, değişmez bir sistem ve bir yapı olmadığı için her şey kurumların, kentlerin başındaki kişilerin bilgisine, ilgisine, çabasına bağlı seyrediyor. cnnturk’te yayınlanan Taştaki Sır programım nedeniyle yaptığım gezilerde (2009 düşünün) ve sonraki yıllarda! değişmemiş olan şeyler gördüm; bir bölgede belediye başkanı ya da vali ya da müze müdürlerinin bilgisine, eğitimine, merakına vs’ye bağlı olarak bir takım insiyatiflerde bulunuluyor. Bakanlığın belirlediği kurallar mı yok, bu kadar çok şeye sahibiz diye bir şımarıklık hali mi var, anlamak mümkün değil. Bazı yerlerde yıllardır değişen hiçbir şey yok; insanın aklı almıyor, anlayamıyor. "Örnek" diye sunulan müzeleri geziyorsunuz, "örnek" olmadığını, çağının, bu zenginliğin çok gerisinde kaldığını görüyorsunuz. 

Birleşik Krallık, Fransa gibi Avrupa ülkelerinde hayran kaldığım, imrendiğim kültürel yapılanmalar olduğu için tıkır tıkır işleyen bir standart ve geleceğe güvenli bakış var. Atina’daki metro çalışmalarında tarihin nasıl korunduğunu, kazılar yapıldığını anlamak için gazeteci olarak buraya gittiğimde de (2000 yılı!) görüştüğüm bakanlardan biri sayesinde Yunan Kültür Bakanlığı’nın yapısı hakkında bilgi sahibi oldum ve ülkemiz adına çok üzüldüm. Çünkü burada, yani bu küçük ve tarihi bizimkiyle kıyaslanmayacak bu ülkede prehistorya, Ön Asya gibi ciddi ayrımlarla bakanlıkta yapılanmalar vardı. Hiçbir şey kaderine terk edilmemişti, topraklarındaki az sayıda tarihe deli gibi sahip çıkıyorlardı, zaten belli ki bu yapılanmanın içinde pazarlama dahisi olarak da çalışılıyordu ki insanlar akın akın buraya gidiyorlardı. 

Şimdi devir değişti, insanlar tarihine, kentine daha çok sahip çıkmaya başladı, sosyal ağlar bunu hızlandırdı, ama bilgisizlik hâlâ sürüyor. Bilen bilmeyenin konuştuğu tartışmaların içinde buluyoruz kendimizi. Fikri ve haber takip, sahip çıkıp olayı bütünlüğüyle görme yerine kimi zaman zorlama muhalefete dayalı tepkiler gösteriyoruz. Bu ülkede iş yapmak kolay değil, ama yapan da hemen güzelce karalanabiliyor, yani ölçüsüzlük, değer bilmeme gibi hastalığımız yoğun… (Bu değer bilmeme sorunumuz, 50'lerde emeklemeye başlamış, hakkında yazılmış güzel yazılar var.) Gitmeden, görmeden, sorup öğrenmeden bir bakıyorsunuz ortalık toz duman oluyor. Yıllardır takip edilmeyen konular birden gündem maddesi oluyor, taraflar, olayların gerçeği ve daha pek çok şey, yani olayın bütünü görmezden geliniyor. Muhalefetimizi bile hislerimizle ve duyumlarla yapıyoruz; kitapları okumadan yazarlarını sevmiyor, özetle, bilmeden, sorgulamadan tepki gösteriyoruz. Keşke kültürü (tüm bütünlüğüyle ama) anlaşılır kılan, gerçekten yaşama sokan, halka aktaracak sahici projeler yapılsa, yazılı ve görsel basına kültür eğitimi verilse (dalga mı geçiyorsun diyenlere de selam olsun 😊) … Ve daha pek çok şey…

(Başlıkta yer alan cümle, geçen zamanda unutulmuş, önemsenmemiş Atatürk'ün bir cümlesi: "Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür".) 

 

Arşiv
Kapalı

Gerçek çok kırılgandır

PAdisahin Portresi kitap

Biri müstehzi gülüyor, bir diğeri baygın bakışlarla karşısındaki ressama teslim olduğunun işaretini veriyor. Bilime meraklı, cinci hocalara düşkün, kara sevdaya tutulmuş ya da  kadılardan nefret eden padişahlar, insanlık halleriyle… “Bize okullarda öğretilenlerle burada gördüklerim çok farklı. O tarih burada yaşayanlara, bu yurdu bırakanlara ait olamaz!”

Bir çocuğun, Topkapı Sarayı Hazine ve Has Oda bölümlerinde sergilenen “Tesavir-i Ali Osman – Padişah Portreleri” sergisiyle ilgili açılan deftere yazdığı bu şaşkınlık dolu cümleler bir kitap ve bir sergiyle yoğun bir şekilde ortaya konan ilginin arka planını açıklıyordu belki de. Çünkü her ikisi de okul kitaplarındaki anlatımla savaşmaktan başka işi olmayan “taarruz”a düşkün ve nedense hep “muzaffer” gelen Osmanlı padişahlarının başka yüzlerini de gösteriyordu insanlara. Yemez, içmez, insan arasına çıkmaz, sevmez, sevişmez, korkmaz diye bildiğimiz sultanlar, canlanıyor; ayağı topallayanla tanışırken, savaşa gitmekten kaçınana şaşırıyor, insan içine çıkmayı sevmeyeni garipsiyoruz. Hele kadınlara tahammül edemeyenini havsalamız almıyor. Oğlak Yayınları’ndan çıkan ve Necdet Sakaoğlu’nun yazdığı “Bu Mülkün Sultanları” kitabı, 36 Osmanlı padişahının insanlık hallerini anlatırken, Topkapı Sarayı’ndaki “Padişah Portreleri” sergisi hayalimizde canlandırdığımız Osmanlı Sultanlarına yüz ve bedenlerini de kazandırıyordu. Kurşun askerler sandığımız sultanlar birden ete kemiğe bürünüp insanlaşınca haliyle merak uyandırıyordu. 

Ah merak uyandırmak!

Sergiyi gezerken insanlar şaşırıyor: Başındaki kocaman kavuğunun haşmetine karşın şiş gözleriyle ağlamaklı bakan I. Mustafa mı sahiden? Ya büyümüş de küçülmüş, durmuş oturmuş bir hava çizen tombul bir çocuk edasıyla II. Selim portresi… Gözleri, sanki özellikle kemerli burnuna baktırılmış da şaşılaştırılmış Fatih Sultan Mehmet hiç de öyle korkulacak biri gibi durmuyor. Rengârenk, capcanlı, bugüne kadar hiç görülmediği şekliyle Osmanlı sultanlarının portreleri, soyağaçları, taş baskıları… Portreleriyle adeta, “hiç de öyle bildiğiniz gibi değil” diyorlar. Ama o kadar farklı göstermişler ki bazılarını inandırmak da kolay değil: “Resimler hiç Osmanlı’yı tasvir etmiyor. Bu resimler Osmanlı’yı kötülemek için hazırlanmış” diye sergi defterine yazı yazmak gafletine bile düşebiliyor bile bazıları. Birisi diyor ki “Bu favoriler eklenmiş gerçeği yansıtmıyor.”

Yurtiçi ve yurtdışından gelen tam 247 eserin yer aldığı “Padişah Portreleri”, 2000 yılında Topkapı Sarayı’nda gerçekleştirilmiş, halen tadını unutamadığım muhteşem bir sergiydi. Müze müdürü 2021’de kaybettiğimiz, toplumsal hayatımıza çok büyük katkıları olmuş kıymetli tarihçi, müzeci Filiz Çağman’dı. Onun döneminin bir kültürel aktarımıydı, kendisini sevgiyle anıyorum. Sarayın Hazine Koğuşları ve Has Oda bölümü İş Bankası’nın katkılarıyla restore edilmiş, sergi alanında “İklim Kontrolü” sistemi kurulmuş, serginin çok kıymetli bir kitabı da bankanın yayınevinden yayınlanmıştı. 

Çoluk çocuk, aile boyu sergiyi gezenler, ilk anda dikkat çeken ayrıntılardandı. Bellini’nin ünlü Fatih Sultan Mehmet” portresinden Nakkaş Osman’ın minyatürüne, Kapı Dağlı Konstantin’in Batılaşmasıyla birlikte getirdiği yeni üsluptan  Levni’ye pek çok sanatçının eseri vardı. 15. yüzyıldan 20. yüzyıla  Batılı ve Doğulu sanatçıların Osmanlı padişahlarına “bakışı”nı yansıtıyordu sergi. Batılı sanatçılarla daha bir Batılaşan sultanlar, dizi dizi portreleriyle büyük ilgi görüyordu.

Müthiş bir Osmanlı tarihi merakı var herkeste. Sergi, son zamanların en önemli sergisi olmasının dışında, mekan olarak sultanların kalbinin attığı yer olan Topkapı Sarayı’nın  seçilmesi bu merakı pekiştiriyordu. Deftere yazılanlar sergiden çok gezen insanların Osmanlı’yla kurduğu ilişkiyi yansıtıyordu. Normalde sergi hakkındaki izlenimlerin kaydının bulunması gereken deftere baktığınızda bir toplumun panoramasını ve gizli hesaplaşmasını da görüyordunuz. İşte birkaç örnek… 

“Ben bu adamların elini, ayağını, her yerini öperim. Gerçekten müthiş, inanılmaz ama gerçek. Ruhları Şad Olsun.” “Senin sahip olduğun ruhu bekliyoruz. Devlet-i Aliye Osmaniye.” “Osmanlı devletini unutmayacağım, siz de bizi unutmayın, selamlar, öbür dünyada görüşürüz, sevgilerle.” “Eski çağların en cesur  ve en büyük imparatorluğu Osmanlı hükümetinin ordusuna saygılarla.” “70 yıllık tarihini yazmak için 700 yıllık tarihi unutanlar, güneşin balçıkla sıvanması gibidir. Onların yüzüne nasıl bakacaklar? İmza: Osmanlı Torunları. “Tarihimi çok seviyorum.  6 asırlık devletten çok az şey kaldığı ve sahip olmadığımız için üzülüyorum.”  “Allah devletimize Osmanlı devletinden daha adil, büyük, güçlü olmasını nasip etsin. (Amin) Sergide sergilenen eserler içinde teşekkürler, canım çıksın…” “Müslüman Türk milleti, tarihini öğren ve kendine dön.” “Bu eserlere bakınca Türklük kadar güzel bir duygu olmadığını anladım.”

Sergi, ilk günlerinden itibaren doluydu. İlk olarak bu kadar kapsamlı bir Osmanlı sultan portreleri sergisiyle karşı karşıyaydık çünkü Bildiğimizin dışında bir Osmanlı yüzünü göstermesi ve yıllar süren çok özel bir çalışmanın ürünü olması da bu ilginin bir nedeniydi. Tam da o dönemde “Bu Mülkün Sultanları” kitabıyla  ‘Zirvedekiler 2000’de “En iyi tarih kitabı” ödülünü almıştı Necdet Sakaoğlu, o da  tarihimizin çarpık yansıtılmasına dikkat çekiyordu: “Çocukken, padişahları, kavuklarından ötürü kafaları yaralı adamlar sanırdım hep. Sürekli savaşa gidiyorlardı, bir tek o tarih anlatılıyordu bize. “ Sakaoğlu 1995 yılından itibaren, fikren aklına düşen kitabı, Osmanlı’nın 700. kuruluş yılına yetiştirmişti, ilk baskısının kısa sürede bitmesine kendisi de şaşıyordu. En çok alanların başında öğretmenler ve öğrenciler geliyordu ki, bu da çok sevindiriciydi. Sakaoğlu “tarihi yanlış biliyoruz, yanlış yargılıyoruz, saplantılarımız var” diyordu. Kitabının bu saplantılardan kurtulmaya yardımcı olmasının en büyük amacı olduğunu söylüyordu. 

Sergi defterine bir Fransız’ın yazdığı yazıyla bitirelim: “La verite est tres fragile, si on la neglige ou la meprise, elle se venge toujours.” 

Gerçek çok kırılgandır, onu yok sayar ya da küçümserseniz intikamını alır.

 

(Yazı görseli Salt Araştırma/Salt Research)

Arşiv
Kapalı

HALININ ALTI İstanbul 2010 yola çıktı!

Yaz öncesinde kentin çeşitli yerlerinde uçuşan “İstanbul 2010 yola çıktı” haberini görmüşsünüzdür.

Bir de yaz sonunda ilginç bir şekilde yine kentin bazı yerlerinde İstanbul 2010 logosu görüldü, otobüs üzerlerinde, otobüs duraklarında filan… Hani sanki yeni bir süt çıkmış da reklamı verilmiş, sanki bakkala gidip alacağınız yeni bir ürün söz konusu… Hem artık yeni çıkan sütün bile tanıtımı yapılıyor ki insanlar ilgilensin. Bu öyle mi? Adı üstünde kültürle ilgili, öyle yenilir yutulur bir şey değil, insanlar da haliyle yürüyüp gidiyor, ne olduğundan haberi yok.

İstanbul, çok az kişinin bildiği gibi 2010 yılının Avrupa Kültür Başkenti… Ne yazık ki çok az kişinin bildiği gibi diyorum, çünkü şunun şurasında sadece bir yıl kaldı ve üç yıl boşa gitti. Niye boşa gitti? Çünkü bu unvanın en kilit noktasında halkın katılımını sağlamak duruyordu; yaşadıkları kentle ilgili onları bilinçlendirmek, her gün geçtikleri yerlere, kentlerine farklı bakmalarını, onu sahiplenmelerini sağlamak… Ama ne yazık ki kimsenin bu konunu ne olduğu konusunda açık ve net bir bilgisi yok.

Öncelikle bir şehir efsanesine dönüşen yanlış bilgiye son verelim, çünkü yöneticiler de dahil bu tür açıklamalar yapıyor. Bilen bilmeyene söylesin: İstanbul’a kültür başkentliği muazzam tarihi, kültürü, geçmişi, şahane bir şehir olduğu için verilmedi. Bu özellikler, bu unvanı almaya yetmiyor, zaten kenti, başta kentin sivilleri ve sonra yerel kurumları olarak siz aday olarak sunuyorsunuz, onlar gelip size bunu vermiyor. Siz, aday gösterenler, çeşitli projeler aracılığıyla kentin kültürel hayatını sahici ve kalıcı olacak şekilde –bunun da kriterleri var tabii ki- canlandıracağınızın sözünü veriyorsunuz,  hazırladığınız projeler paketini savunuyorsunuz. Sunulan proje ne kadar sahiplenilmiş, ne kadar sahici diye de sorgulanıyor. Seçilen kent kültürel altyapısını geliştireceğinin, kültürel demokrasiyi yerleştirmeye çalışacağının (en azından), bu ortamı yaratmak için tarafları bir araya getireceğinin ve daha pek çok şeyin sözünü veriyor. Konu zaten kültür; kültür de aynen eğitim gibi kısa vadede sonuca gidilmeyecek bir alan, stratejiler/gönüllük/inanç/hedefleri iyi belirleme/kararlılık gerektiriyor. Çünkü süreklilik, kalıcılık ancak bunun sonucunda yerleşebiliyor. Bu unvanı alan ve başarılı kültür başkentliği yapmış kentlere baktığınızda, kentlerin kültürel anlamda ve pek çok açıdan -insani/zihinsel/fiziki/sürekliliği olan şekilde- olumluya ve bilinçlenmeye dönük dönüşüm geçirdiklerinin öne çıktığını görüyoruz. Bu konuda yapılmış iki ciltlik bir raporda zaten başarı/başarısızlık ölçüleri bu raporda bir güzel sıralanmış. 

Bir başka yanlış bilgiyi de hatırlatmakta yarar var; bu unvan bu kent ve bu kentin insanı için verildi. Hani kompleksli insan misali yabancılara İstanbul’u tanıtmak diye bir söylem tutturulmuş, bizim burada yapacaklarımız elbette buraya kültür sanat insanlarını getirecek, elbette kültür turizmi normalin üç katı gelir getirir ama eğer siz bunu içselleştirememiş ve dönüşüm yaratamamışsanız herhangi festivalden ne farkı var bu başkentliğin?

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Genel Sekreteri Eyüp Özgüç, İstanbul'a yapılacak her türlü yatırımın, İstanbul aracılığıyla Türkiye'nin yurtdışında daha fazla dikkat çekmesini, itibar kazanmasını ve destinasyon olarak seçilmesini sağlayacağını vurgulamış. İstanbul 2010 Ajansı olarak, önümüzdeki 3 yılda İstanbul'u halkın da katkılarıyla, bir ‘Marka Kent’ haline getireceklerini ifade etmiş, bunun Türkiye’nin geleceğine yatırım olduğunu kaydetmiş ve Amme Alacaklarının Tahsil Usulü hakkındaki Kanunun, Avrupa Kültür Başkenti ile ilgili ihtiyaç duyulan seferberlik ruhunu yansıttığını belirtmiş! Keşke o seferberlik ruhu yansıtılabilseydi, ta başından ısrarla arayan gönüllüler projeye katılıp çoktan yola koyulsaydı, hedef doğru anlatılıp aynen seferberlik zamanı gibi büyük dönüşüm yaratılabilseydi. İstanbul’un zaten bir marka olduğunu, bu kentte her uygulananın örnek alındığını söylemeye gerek yok.  

Şurası çok açık: Biz, sivil olarak başlamış bir hareketi şişire şişire bir kamu kurumuna dönüştürdük. Hani gönüllülük, hani hep birlikte bir şeyler başarma… O kadar kalabalık kurullar kurulmuş ki kımıldaması imkansız. Başka kent örneklerinde de kalabalıklar görebilirsiniz ama bunlar işleyen kalabalıklardır, ona göre bir organizasyon şeması kurulmuş ve tıkır tıkır işletmeye koymuşlardır. 2010 web sitesine yazmışlar, ‘2010’a gider iken her telden’ diye…  Gerçekten her telden gidiyor. Başkentlik unvanının alınmasına yol açan projeler sanki sunulmamış gibi bir açıklama yapılmadan alaturka bir kafayla çöpe atılıyor, onların kopyalarına yol veriliyor, yüksek bütçeli ve birilerinin işine gelenlerse uygulamaya konuyor. Bunlar halkın katılımını sağlayacak, dönüşüm yaratacak büyük projeler mi? Yoo…  

Bu arada ilginizi çekti mi bilmem ama benim için fazlasıyla merak konusu bu durum; İstanbul 2010 ile ilgili hükümet ve yetkililer sürekli toplantı yapıp duruyor ama ne ilginçtir ki basın ve medya genel yayın yönetmenlerinin bilgilendirildiği toplantı sonrası bile durum değişmiyor, nedense yer vermiyorlar. Büyük gazetelerin kültür sanat şefleri bile İstanbul 2010’un ne olduğunu bilmediği için, işbirliği yapılması gereken medya, grubun yanında yer almıyor. 

 

Gerçekçi olalım: Sadece bir yıl kaldı. Unvanı aldıktan sonra kalan süre azdı, hemen belli hedefler çerçevesinde inançla ve tam zamanlı çalışacak, dinamik bir kadro kurulması gerekiyordu. O sırada herkesin hevesi ve isteği vardı, ezber dışında pek çok şey yapabilirdiniz. Evet çok kollu ve zor bir projeydi bu ve çok iş bekliyordu bizi, ama vizyon sahibiyseniz, kültür insanıysanız ve elbette değişime inanır, hedefler belirler, bunları doğru anlatır, ortamı yaratırsanız her şey mümkündü. Hem bizim insanımız sürprizlidir, aslına bakarsanız kolay öğrenir, bir hedef koyduğunuzda o hedef doğru anlatılır, kazançlar açık bir dille ortaya konursa çok güzel ilerler ve elinden geleni yapar. Dönüştürme, yeniden oluşturma gücü şaşırtıcıdır, yeter ki varolan potansiyel ciddiye alınsın, doğru değerlendirilsin ve iyi/güzel bir şeyler yapmak için yola çıkılsın. Varolan potansiyeli doğru değerlendirmekse bir vizyon ve inanç meselesidir. 

Ezcümle… Kendi kafanızdan olmayan bir şeyleri oturup varmış gibi anlatabilirsiniz, hikâye uydurabilirsiniz, göz boyayabilirsiniz ama akan zamanı geri döndüremezsiniz. Bir şeyi varmış gibi gösterebilir, hatta buna kendiniz bile inanabilirsiniz ama konunun özüne yönelik gerçekçi olmazsanız kendi kendinizi kandırmış olursunuz… Binbir Gece masalları değil ki bu, nereye kadar dinleyen bulacaksınız?.. Ve imaj… İmaj aslına bakarsanız hiçbir şeydir, üstüne serpilmiş altın tozları üflediğinizde gerçekler tüm sahiciliğiyle karşınıza dikilir. 

 

Avrupa Kültür Başkenti nedir?

Her şeyden önce bir kültür sanat projesi. Ama kültürü zor ve anlaşılmaz bir kavram olmaktan çıkarmayı; kültürün toplumsal ve bireysel yaşamdaki dönüştürücü gücünü akılcı ve katılımcı projelerle halkın yaşamına sokması gereken bir proje… 

Büyük bir sosyal sorumluluk projesi: Kentlerin kültürel, sosyal, mimari, kentsel, sanatsal dönüşümünü sağlaması esas… 

Geniş bir alana yayılması, halkın proje hakkında bilgilendirilmesi projeyi sahiplenmesine yol açacağından iletişimin net ve anlaşılabilir olması şart. 

Çok katmanlı olduğu için şeffaflık ve dürüstlük önemli.

Kentte yaşayanların kentini tanıması çok önemli, çünkü bu bir kentlilik bilinci oluşturuyor, sahiplenmelerine, onu sevmelerine, gurur duymalarına yol açıyor, bu tür tanışmalar için pek çok proje geliştirmek ve böyle hedefe ulaşmak mümkün.  

Başarılı bir başkent olmak, güçlü partnerlerle proje paydaşlarının açık ve net hedeflerle uzun vadeli bir planlamaya soyunmalarına ve bunu yerel halkın  katılımıyla sağlamalarına bağlı…

Stratejilerle altyapıyı oluşturmak, kalıcı olmasını ve uluslar arası platforma açılmasını sağlayacak bir proje.

Uzun vadeli etkilerinin olması en can alıcı nokta. 

Başarısız kentlerin hataları:

Kültür başkentleri bir yıllık başkent deneyimlerinde yer alan projelerin gerçekleştirilmesine ve fon bulmaya çalışınca geleceğe yatırıma çok az zaman kalıyor. Bugün buna pişmanlar. Ve tekrar bu deneyimi yaşasalar, daha kaliteli ama daha az sayıda projeye zaman harcayarak iyi bir strateji oluşturup kültürel altyapının kalıcı olmasına çalışırız. demişler. 

Kültür başkentliğinde dikkat yeni ya da yenilenmiş kültürel mekanlar, özel projeler üzerinde yoğunlaşıyor. Ancak imajın dönüşümü, güvenin artırılması, ortamın düzeltilmesi/iyileştirilmesi ve bilgiyle deneyimin artırılması ölçümü zor ama önemi göz ardı edilmemesi gereken unsurlardan. 

AKB deneyiminde çalışmış insanların profesyonel yaşamlarına katkıda bulunmak çoğu kentin göz ardı ettiği bir şey. Oysa insanların yeteneklerini, isteklerini çoğaltmak, bir şehirde yeni bir bina yapmaktan daha etkili bir dönüşüm sağlıyor. Yine de bu strateji çok az kurdele kesimine yol açtığından siyasetçiler genelde yeni binalar yapmayı tercih ediyor.  Dolayısıyla siyasetle ilgili dengeye özellikle önem gösterilmeli. 

Ne yazık ki yerel yöneticiler genelde kültür başkentliğini kentin pazarlanması ve uluslararası profilinin yükseltilmesi olarak algılıyor. 

Başkentliğin birleştirici konsepti olan kültür ve kültürel gelişim başka çıkarlarla gölgeleniyor.

 

(Bu yazım, Kasım 2008'de www.tayproject.org/haber.html 'de HALININ ALTI başlığı altında yayınlandı)

Bu da güncel not: Benim de koordinatör olarak çalışıp, çok emeğimin geçtiği, Avrupa Kültür Başkenti unvanının alınmasından kısa bir süre sonra, ne yazık ki olacakları görüp ayrıldığım proje kitapçığı görsellerinden birkaçını da yazıya koydum. Bu yazıdakiler, 2005 hayallerinden bazı sayfalar. Unvanın sınav gününde (evet, kitapçık ve sunumla bağlantılı sorular soruluyor) AB jüri üyeleri bile şaşırmış, eğer böyle bir başkent gerçekleştirmeyi başarırsanız en demokratik Avrupa Kültür Başkenti olursunuz demiş, heyecanlanmışlardı. Tanığım. 

 

 

 

Arşiv
Açık

AMİN MAALOUF: TARİHE SADIĞIM

Amin Maalouf

Granadalı Müslüman Hasan’ın Roma’da Papa’nın sağ kolu Hristiyan Leo Africanus olarak biten macera dolu yaşamı, Ömer Hayyam’ın bir el yazmasının peşinde dokunan rengârenk İran tarihi, Doğunun Limanları, Beatrice’den Sonraki Yüzyıl, kız çocuklarının dünyadan kalkma çabasının sonucu felaket... Lübnanlı yazar Amin Maalouf, ilk kez İstanbul’a geldiğinde kendisiyle yaptığım röportaj kenarda kalmasın, meraklıları okusun istedim.

 Amin Maalouf, 1949 Lübnan doğumlu, Lübnan iç savaşı sonrası Fransa’ya göç ediyor, 1975’ten beri Paris’te yaşıyor.

Maalouf’un her yeni kitabı Fransa’daki Doğulular için de gurur kaynağı, Türk okurları da onu çok seviyor. Büyükannesi İstanbul doğumlu, Türkçe konuşuyor, 1915 doğumlu babası Osmanlı tebaasından.

Maalouf, kentlerle insan ilişkisinin karmaşıklığına inanıyor. Kendisini hem Batı’ya hem de Doğu’ya, Osmanlıya ve Türklere yakın hissediyor. 1907 yılında büyükbabasının yeğeni çok kalın bir kitapta ailesinin tarihini anlatmış ve romanlarının bir kenarından çıkıveren, bir çok kez tasvir ettiği İstanbul, Maalouf’un düşsel dünyasındaki yerini almış. Kitabın önsözünde, ecdadının sultana çok sadık olduğu da yazılıymış.

Söyleşi sonrası evimden getirdiğim, okumuş olduğum bütün kitapları farklı cümlelerle imzalaması, sıcakkanlılığı, tevazuu, bütün sorularıma cevap vermesi… Kişisel tarihimde kalbimde eserleriyle yer etmiş Maalouf’un bu yüzden de benim için özel bir yeri var.

-       Tarihle aranızda nasıl bir ilişki var?

AMIN MAALOUF. Ben tarihe hep büyük bir ilgi duydum; bugünü anlamak için tarihi bir perspektife ihtiyacım var sanıyorum. Belki bunun nedeni tarihe çok önem verilen bir ülkeden geliyor olmam. Lübnan, en az altı bin yıllık tarihi olan bir ülke. Geçmişe bakarken geçmişe bağlı olmak şart değil. Tarih, hiçbir zaman öylesine bir geçmiş değil benim için; geleceğe bakmamızı sağlayan bir unsur. İnsan tecrübesini, hafızasını barındıran dev, sınırsız bir tepe. Geçmişten, aslında istediklerimizi çeker çıkarırız. Bazen geçmişin derslerinden söz edilir, ben bu sözü kullanmayı sevmem. Bence geçmişte hem çeşitli dersler vardır hem de tam tersine... Dürüst ve geniş açıyla bakan biri olmak lazım, bence geçmişe bakarken. Ben tarihe ve tarihle hayal mahsulü olanın karışımına hep ilgi duydum.   

-       Tarihe önem verilen bir ülkeden geliyor olmanız dışında sizdeki hazinenin kaynağı  başka ne olabilir? Örneğin çocukken çok kitap okur muydunuz?

MAALOUF. Anılarımda hep tarihle hayal mahsulünü karıştıran kitaplar var. Stefan Zweig’ın biyografilerini çok keyifle okuduğumu hatırlıyorum. Gençken kitapları adeta yutuyordum. 9-10 yaşındaydım sanırım, bir dizi hatırlıyorum. Mark Twain de, Alexandre Dumas da, Arap klasikleri de vardı dizide. O kadar ki bu dizinin sonunda okuyacak bir şeyim kalmayacak diye çok korkmuştum. Bu serinin son kitabını aldığımda artık başkasının olmayacağını bilmek beni çok ama çok üzmüştü.  

Maalouf

-       Sonra başka bir diziye geçtiniz herhalde?

MAALOUF. Hayır, ondan sonra çok düzensiz okumaya başladım. Yine de çok sistematiktim. Ben de çok uzun süre etki bırakan bir kitabı hatırlıyorum. Birçok insan Alexandre Dumas’nın sıradan eserlerinden biri kabul eder, ‘Siyah Lale’. Amsterdam’da 17. Yüzyılda geçen bu romanın sahnelerinin çoğu aklımda. Bu kitap yüzünden hâlâ Amsterdam’ın o dönemine karşı zaafım var.

-       Sizin kitaplarınızı okurken bazen tek bir paragraftan, tek bir cümleden yola çıkıp muazzam bir hikâye yazdığınız hissine kapılıyorum. Tarih büyücüsü gibisiniz. Gerçekten bazen böyle küçük bir ayrıntıdan yola çıkarak yazdığınız oluyor mu? Yoksa çok zaman mı harcıyorsunuz?

MAALOUF. Bence bir kişinin hikâyesini yazmak, o kişinin hayatı hakkında 400 sayfalık bir dosya okumuşsanız çok zordur. Dört sayfa okuduysanız çok daha kolay yazarsınız. Çünkü o kişinin ve gerçeğin ağırlığı, hayal gücünüzün açılması için sizin için engel oluşturur. Aynı şekilde küçücük bir olaydan yola çıkarak yapılacak bir filmin büyük bir romandan yola çıkarak yapılandan daha iyi olur gibi geliyor bana. Evet, başka unsurlar oluşturmak için ana unsurlara ihtiyaç var, eğer unsur çoksa iş değişiyor. Çok bilgili olmaktansa az bilgili olmak daha iyi... Gazetecilik yaparken de aynı şeyi hissediyordum.

 

-       Hayal gücü için...

MAALOUF. Evet, mutlaka. Filme kıyasla kitap hayal gücüne çok daha fazla yer bırakır. Bir kişiyi çok detaylı bir şekilde bile yazsanız, okuyanlar o kişiyi kendisine göre düşler. Karşıda görüntü varsa herkes aynı şekilde düşlemek zorundadır.

 

-       Paul Auster’in ‘Kırmızı Defter’ kitabından senaryolaştırdığı Smoke filminde aynı şey vardı. Kitaptan geçen yılbaşının, yaşlı kadının tüm büyüsü, düşsel atmosfer filmde gitmişti. Bu çok iyi bir örnek.

MAALOUF. Filmi sonradan mı görmüştünüz?

-       Evet.

MAALOUF. Bence önce filmi görmek lazım. Okuyup gidersek filmde aynı tadı asla alamıyoruz, çok çok iyi filmler dışında. Ben de aynı şeyi hissetmiştim Smoke filminde.

 

-       Bir roman yazmadan önce neler yapıyorsunuz? O konuyla ilgili çok mu okuyorsunuz?

MAALOUF. Evet, çok okuyorum, pek çok elemanı bir araya getiriyorum. Çok zaman harcıyorum yazmaya, metnin yapısını bozmuyorum ama bir çok şeyi değiştiriyorum yazdıktan sonra. 30, 40 ya da 50 kere yeniden okumadığım tek bir sayfa yok.  Okurken de değiştiririm. Bir yıl boyunca, bitmiş bir kitabımı her hafta yeniden okuyup her seferinde bazı detayları değiştirdiğim oldu. Sonuçta dışardan birisi aynı kitap sanıyor ama ben onun tamamen farklı bir kitap olduğunu biliyorum.

 

-       Hangi kitabınızdan söz ediyorsunuz?

MAALOUF. ‘Doğunun Limanları’. Çok zaman harcadım bu kitaba.

 

-       Biraz kılı kırk yaran birisiniz galiba.

MAALOUF. Evet, özellikle kendime karşı. Hep çalışıyorum ama hep yeterince çalışmadığım hissini taşıyorum. Yazmadan önce, yazarken, en son aşamada çok çalışıyorum. Ama kitap çıkınca bir daha hiç bakmam. Çünkü bir sonrakine kendimi hazırlamam gerektiğine inanırım.

 

-       Ne zaman yazarsınız?

MAALOUF. Eskiden geceleri yazardım, çünkü çok gürültü bir yerde yaşardım ama şimdi çok sessiz bir yerde yaşıyorum. Paris’e 500 km mesafede bir yerde, çok sakin bir ortamda... Her sabah kalkarım, bütün gün dış dünyadan kopuk –telefonlara cevap vermem–çalışırım, ‘artık bitti’ dediğim noktada bırakırım. Genelde akşamüstünü bulur, sonra yürüyüş yaparım. Ertesi gün aynı şey. Her gün çalışırım, bazen, ki bu sık sık başıma gelir, birçok şey üzerinde çalışırım. Bir kitap üzerinde bir ya da iki ay çalışırım, sıkılma ya da doyma aşamasına geldiğimde bırakır, başka şey üzerinde çalışırım. Üç, dört, beş kitaba aynı anda devam ettiğim olur.

 

-       Bilgisayarla mı yazarsınız?

MAALOUF. Bazen el yazısıyla çalışırım, bazen bilgisayarla. Bilgisayar kullanmaya çok erken alıştım. Daktilo ile bilgisayarı kıyaslarlar, bana göre ikisi tamamıyla farklı aletler. Daktilo düzelti imkânın ortadan kaldırıyor, bilgisayar ise tam tersine düzeltiye uygun.

 

-       Romanlarınızı yazarken tarihe sadık kalmaya çalışıyor musunuz?

MAALOUF. Tarihe sadığım ama bunu açığa vurmuyorum. Yani, kitap okuyan, bu kitap 16. yüzyılda geçiyor, diyorsa o döneme ait olmayan bir şeyi yazmaya hakkım olmadığını düşünüyorum. Öte yandan romancının gerçekliğe sadık kalması gibi bir zorunluluğu olmadığını da düşünüyorum. Teorik olarak, romanın yapısı izin verirse tarihe aykırı şeylerin yazılması gerektiğini düşünüyorum ama ben yapmıyorum. Ben bir dönemde geçmiş bir şeyler anlatıyorsam okuyucuyu yanıltmamam gerektiğini düşünüyorum, o yüzden dönem tarihlerini, bazen konumla ilgili olmayan bir sürü şeyi okuyorum. O dönemden sonraki dönemle ilgili asla okumam, yakın geçmişini ya da biraz öncesini okurum. O dönemde yazılmış şeyleri okurum; tavırları, bir yere, bir kişiye karşı tavırları hissedip dönemin içine girebilmem için.

 

-       Kitaplarınızda Doğu- Batı, dinler arası çatışmalara farklı, sağlam bir bakış var. İnançlı biri misiniz?

MAALOUF. Ben dünyanın farklı inançtan gelen insanlar tarafından değil, bazı prensipleri, değerleri olan insanlar tarafından ayrıldığını düşünüyorum. Bu da her dinde, ideolojide, ülkede var. Benim fikrime göre ana inanç, bazı değerlere inanışta. Ben dinin de medeniyet tarafıyla ilgiliyim, çok az doktrin kısmıyla ilgileniyorum. Dinlerin teolojik ve ideolojik yanından çok az bahsediyorum.  Bence her halk kendi tarihi ve spiritüel güzergahından ilham alarak insanlığa bir şeyler aktarabilir.

 

-       Ne okuyacağız bundan sonra?

MAALOUF. Kitap çıkana kadar kitapla yazar arasında karmaşık, hassas bir ilişki vardır, üstelik ben bir çok kitabı birarada sürdüren biriyim. Dört, beş proje aynı anda yürüyor. Hangisinin biteceğini bilmiyorum.

 

-       Konakladığınız The Four Seasons Hotel, eskiden hapishaneydi biliyor musunuz? Nazım Hikmet, Kemal Tahir gibi yazarlar burada yatmıştı.

MAALOUF.  Öyle mi? Gelmeden evvel Nazım Hikmet’in ‘Les Romantiques’ adlı kitabını okuyordum. Belki burada kalmak bana farklı tesirde bulunacak, döndüğümde göreceğim. Şimdilik bilmiyorum ama belki burayla ilgili bir şeyler yazarım.

 (Fotoğraf: wikipedia, Claude Truong)

Arşiv
Açık

ABBAS KİAROSTAMİ

Abbas Kiarostami

Kara gözlüklerini hiç çıkarmıyor. Hatta, fotoğraf çekimi için çıkarmasını istediğimizde espri yaparak, çocukluğundan itibaren onlarla dolaştığını söylüyor. Çevirmeni, “Kirazın Tadı” filmindeki başrol oyuncusu Homayun Erşadi. Kiarostami, filmlerinde oyuncu kullanmamakla ünlü. Mimar olan Erşadi’yi de, cipinin içinde yolda görmüş ve filminde oynamaya ikna etmiş.  Artık mimarlığı bırakmış, oyuncu. 1997’de Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye alan “Kirazın Tadı”nda Erşadi kendi cipiyle Tahran’ın dışında belli bir mekanda dolaşıp duruyor. Bütün bir film boyunca hep arayış içinde. İntihar ettikten sonra üzerine toprak atacak adamı bulmak için. Çevirmenlik yapan Erşadi’ye bakarak soruları soruyoruz, Kiarostami, baştan ricada bulunuyor: “Soruları benim yüzüme bakarak sormanızı tercih ederim”.

Kiarostami, dünya sinemasının ilgiyle izlediği, festivallere davet ettiği önemli bir yönetmendi. Tüm dünyanın çalışmalarını merakla beklediği İranlı bir sanatçıydı, fotoğrafçılığı, grafikerliğiyle, şiirsel, lirik sinema diliyle özgünlüğü tescillenmiş İranlı kıymetli bir sanatçıydı. İşte zar zor elde ettiğim ve iyi ki dediğim görüşmeyle, sevgili Kiarostami’nin 1999 yılında söyledikleri.

EMİNE ÇAYKARA: Bir film yapmaya karar verdiğinizde karşılaştığınız en büyük zorluk ne? Para mı, senaryo mu, oyuncu bulmak mı?

ABBAS KIAROSTAMI: Herbirinin kendine göre zorluğu var ama ben bunları sorun olarak değil bir sürecin aşamaları olarak görüyorum.

- Siz uzun yıllar çocuklarla içiçe çalıştınız. Naif, anı yaşamayı bilen çocuklarla çalışmanız oyuncularla ilişkinizi ne derece etkiledi? Oyuncuların doğallığında bunun rolü var mı?

ABBAS KIAROSTAMI: Ben reklam filmlerinden önce çocuklarla çalıştım uzun süre. Çocuklarla büyükler arasındaki en önemli fark, çocukların parayı ve ünlü olmayı düşünmemeleri. Çocukları kamera önünde çok rahat oynatıyorum. Aslında büyüklerle de bir zorluğum yok. Belki çocuklar daha rahatlar, ama ben zaten kimseyi oynamaları için zorlamıyorum, rollerini hissetmelerini istiyorum, onlarla doğrudan ilişki kuruyorum. Sonuçta hepimiz bir bütünün parçasıyız. Ben onu da hiç zorlamadım (Erşadi’yi gösteriyor), sadece yanında oturdum, bazen o beni yönetti. Belki bu normal bir şey değil ama ben böyle yapıyorum.

- Filmleriniz çok dingin, sakin, şiddet, seks, aksiyon yok. İnsanlar bambaşka bir sinema diline alıştırıldıkları halde sıkılmadan hayranlıkla izliyorlar. Amerikan sinema endüstrisi hakkında, filmler hakkında ne düşünüyorsunuz?

ABBAS KIAROSTAMI: Ben Amerikan film endüstrisini tamamıyla reddedebilirim ama şöyle düşünüyorum: Onlar olmasaydı biz bugün burada olamazdık. Benim filmlerim çok farklı, Amerikan sinemasının değerini de gözardı edemem, bu alanda onlar başı çektiler. Amerikan film endüstrisi, bence izleyiciye iyi davranmıyor, onları sinirlendiriyor, yorgun düşürüyor, geriyor ve  sahnenin dışına atıyor. İzleyicinin hislerini kötüye kullanıyor. Amerikalıların kendine özgü tarzları var. Ayrıca Jim Jermush gibi bazı insanlar var, çok iyi film yapıyorlar. Eski Amerikan filmlerine bakarsanız, onlar da farklı; insanı düşünen, kültüre önem veren filmler. Ama günümüzde bu sinema çok ticari hale geldi.

- Avrupa sineması...

ABBAS KIAROSTAMI: Ne yazık ki Avrupa film piyasası da Amerika’nın etkisi altında. Her yerde bu böyle. Yine de bazı yönetmenler farkında ve geri dönüş içinde, yeniden farklı şeyler yapmaya çalışıyorlar.

- Türk sinemasını tanıyor musunuz? Beğendiğiniz oyuncular kimler?

ABBAS KIAROSTAMI: Türk sinemasını çok tanımıyorum, “Yol” filmini çok beğenmiştim. Festival sırasında izlediğim Türk filmlerinde Amerikan sinemasından ne yazık ki çok şey aldıklarını gördüm. Çok fazla şiddet ve seks var. Dün, ödül alan Türk filmini (Yeşim Ustaoğlu’nun ‘Güneşe Yolculuk’ filmi) gördüm, iyi bir filmdi. “Yara” filmini gördüm, Arjantin’de. Orada oynayan oyuncu kız (Yelda Kaymakçı Reynaud) çok iyiydi mesela.

-Sinemanızda Ömer Hayyam etkisi var. Şiirle aranız nasıl?

ABBAS KIAROSTAMI. Bütün İranlılar bu soruya olumlu cevap verir. İran’da okuma yazma bilmeyen insanlar dahi şiirle ilgilidir. Kültürümüzde var, günlük yaşamımızda da. 2400 şair var İran’da. Şiir bizim adeta kanımızda dolaşıyor diyebiliriz; siyasetten, pekçok şeyden daha önemli bizim için.

- Bir röportajınızda “Yalanın içinden geçmeden gerçeğe yaklaşamazsınız” demişsiniz. Sizin filmlerinizde yalan göremedim. Filmlerinizde, yalan nerede?

ABBAS KIAROSTAMI: Bütün filmlerim yalanla başlar, ama gerçekten söz eder ve gerçekle biter...

- İstanbul ya da Türkiye size ilham veriyor mu?

ABBAS KIAROSTAMI: İlk gelişim ailemle olmuştu, sinemacı olarak değil. İkincisinde “Yakın Plan” filmim nedeniyle gelmiştim. Bu üçüncüsü. Buradaki insanları, bu ülkeyi seviyorum. Buradayken kendimi evimden uzakta hissetmiyorum. İnsan ilişkileri çok güzel, yakın. Eğer ülkemin dışında bir film yapmak istersem ilk yer burası olur.

24 frames

 

 

- İntihar sizin için ne anlam ifade ediyor? “Kirazın Tadı” filminin gösterimi öncesi intiharla ilgili birşeyler söylemiştiniz, neydi onlar?

ABBAS KIAROSTAMI: Bu sözler, Romanya kökenli Fransa’da yaşayan bir filozofa ait, iki yıl önce öldü kendisi. “İntihar imkanı olmasaydı kendimi çoktan öldürürdüm” demişti. İntihar, bence bir çıkış kapısı, açık bir kapı, insanın kendini rahat hissetmesine yol açan bir kapı. Bir şeyler olursa o açık kapıdan çıkabilirsin. Bir imkan, bir şans bu. Kapalı bir odada oturursa insan yaşayamaz, açık bir kapının olması lazım. Orada, açık bir kapının olduğunu biliyorsun, rahatsın. Sadece bir imkan. Bence intihar imkanı bize Tanrı’nın bir lütfu. Bu yolla Tanrı insanları kurtarıyor, istediğini yapabilirsin, seçim sana ait.

(Tempo Dergisi)

Abbas Kiarostami

·         22 Haziran 1940 Tahran doğumlu. Aslında Tahran Güzel Sanatlar Fakültesi resim bölümü mezunu.

·         1960’lı yıllarda illüstratör olarak çocuk kitaplarını resimlemiş, reklam dünyasında çalışmış. Uzun yıllar Çocuklar ve Gençler için Entellektüel Gelişim Ensitüsü diye çevrilebilecek bir kurumda çalışmış, bu enstitüde filmcilik bölümünün kurulmasını sağlamış.

·         Belgesel, kısa filmlerle sinema dünyasına adım atmış. İlk filmi 12 dakikalık “Bread and Alley”. Pek çok kısa filmi, başka yönetmenler için yazdığı senaryolar var. Filmleri ancak 1980’lerin sonunda yurtdışında gösterilmeye başlandı.

·         Kiarostami, gerçekle kurmacayı çok ustalıkla karıştıran gerçekleri kurmaca gibi kurmacaları gerçek gibi gösteren bir yönetmen. 28 yıl içinde 20’den fazla film çekmiş. Yurtdışına çıkan ilk filmi 1992 yapımı “Ve Yaşam Sürüyor...”

·         1997’de Cannes’da “Kirazın Tadı” ile Altın Palmiye aldı.

·         18. İstanbul Film Festivali’nde (1999) dört filmi gösterildi: “Ve Yaşam Sürüyor”, “Arkadaşımın Evi Nerede”, “Kirazın Tadı” ve “Yakın Plan”

·         Roberto Rosselini (1992), François Truffaut (1993), Pier Paolo Pasolini (1995), Federico Fellini (1997), Akira Kurosawa (2000), Konrad Wolf (2003), Altın Aslan (1999) vd. pek çok ödülün sahibi.

·         4 Temmuz 2016’da aramızdan ayrıldı.

.        Kiarostami'nin sanatla yaşam ilişkisi üzerine kurduğu son filmi 24 Frames (24 Kare)'i oğlu Ahmed tamamladı ve 2017'de Cannes'da ilk gösterimi oldu.

Arşiv
Açık

“21. yüzyılda din olmayacak”

Garaudy

Prof. Roger Garaudy, dünyaca ünlü bir düşünürdü. 2012'de hayata veda etti.  Bizde, özellikle İslamiyeti seçtikten sonra dikkatleri üzerine çekse de 1954 yılında Fransız Komünist Partisi’ne üye olmuş, meclis ve senatoda görev yapmış, 1956 yılında Fransız Komünist Siyasi Büro Şefliği’ne kadar yükselmiş bir kişiydi. Marksist Araştırma ve İnceleme Merkezi Müdürlüğü de dahil olmak üzere pek çok önemli görevde bulunmuş ve 1970’de fikri anlaşmazlıklara partiden çıkartılıp 1981’de Müslüman olmuştu. Pekçok kitabı olan Garaudy ile İstanbul'da tanışma ve röportaj yapma şansına erişmiştim. Önemli şeyler söylemişti. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı’nın düzenlediği I. Uluslararası İslam Düşüncesi Konferansı için İstanbul’daydı. Yıl 1996 idi. Ben Tempo Dergisi'nde, Din Haberleri Editörlüğü yapıyordum. Garaudy ile Filistinli eşi Selma el Faruki ve çevirmeni Ayşe Arslan eşliğinde söyleşim. 

- Sizi Batı toplumlarında en çok ne rahatsız ediyor?

ROGER GARAUDY. Her şeyin alınıp satılıyor olması. Yani özetle insan tahrip ediliyor. Her şey alınıp satıldığında yaşam anlamını kaybediyor, mahrumiyet başlıyor. Bu Rönesansla başladı. Rönesans, kapitalizmin ve sömürgeciliğin ortaya çıkışıdır aynı zamanda. Kapitalizm galip geldiğinde her şey satın alınmaya başlandı. Bata da erk, otorite. Bunun en tipik örneği; imparatorun seçimi… Üç adayın da arkasında büyük sermayeler vardı. Şarlken kazandı, çünkü arkasında en büyük Alman bankası vardı. Böylece de para otoriteyi getirdi. Hem otorite hem de sonsuz yaşam satın alınmaya başladı. Roma’da kilise sayesinde günahlar bağışlanabildi. Bir bakıma cennet satışa çıkarıldı. Mutlak güç para oldu. Pazar, Rönesanstan beri sosyal ilişkilerin regülatörü oldu. Yani fuhuş, yolsuzluk kişisel kusurlar olmaktan çıktı, devletin yapısal bir formu haline geldi.

- Dinler arasında bir diyalog kurulabilir mi sizce?

GARAUDY. Ben dinler arasında diyalog kurulacağına inanmıyorum. Din, bir kültür aracılığıyla görünür, bir inançtır. İnançlar arasında diyalog mümkündün. Dinler yoktur, kültürler vardır. Bir Tanrı vardır ve bu kültürlerle gelmiştir. Sonuç olarak diyalog, herkes kendi dinine kapanmadığı, kendi dininin en iyisi olduğunu iddia etmediği –maalesef bugün yaşanan tersi- sürece mümkündür. Bu da karşındakinden bir şeyler öğreneceğini kabul ederek olmalıdır. Bunu kabul etmek demek “ben inandığımın mutlak olmadığını, şüphe içerdiğini kabul ediyorum” demektir. Gerçek diyalog böyle olur. Aksi taktirde, siz istediğiniz kadar kendi dininden başkasını tanımayan bir Katolik misyoneri, İslam’ın en son ve en mükemmel din olduğunu, Muhammed’in peygamber olduğunu sonuna kadar savunan bir ulemayı bir araya getirin, hiçbir anlamı olmaz. İnsanlar, başkalarından bir şeyler öğreneceğini öncelikle kabul etmelidir. Diyalog, cevaptan çok soru sormaya dayalıdır. “Din sorunlarımıza bir cevaptır” deniyorsa diyalog olmaz. “Din, soru sormaktır” diyorsanız “yaşama anlam katan, soru sorandır diyorsanız, benim kendi dinimi geliştirmek için sizin dininize de ihtiyacım olduğunu kabul edersiniz. Upanişadlar’a da ihtiyacımız var. İster Hıristiyan ister Müslüman olsun din okullarına baktığımda tek bir geleneğin öğretildiğini görüyorum. Hiçbir Hıristiyan okulunda İslamın, Budizmin yada başka bir dinin öğretildiğini görmedim. İnsanlar bu yüzden  cahil; kendi dinlerinin en iyisi olduğunu sanıyorlar. Kötülükte buradan geliyor. Şu ortamızda duran teybi alın ve ikimiz de resmini yapalım; farklı olacaktır sizinki de benimki de. Oysa obje tek. Bu obje Tanrı olduğunda benim sizin vizyonunuza ihtiyacım var, sizin de benimkine. Bence dinlerin sonuna geldik. 21. yüzyılda ne İslam ne Hıristiyanlık olacak. İnsanlar anlamı arayacak, bu bir postulat; cevap değil; soru. Cevabımız yok, inanç bir soru düzenidir… Ne dünyanın kökenleriyle ilgili, ne yaşam  ne insan, ne de dünyanın sonuyla  ilgili cevabımız var. Her gün bu soruları soruyoruz. İnanç var olan bir sıkıntı, korku, bir umut halinde. Kesinlik yok. İnancım var, cebimde mendilim var demek. (Bu arada eşi Selma el Faruki bir başka masada oturan çevirmeni Ayşe’yi çağırıyor gelip dinlemesi için)

- Dünyada "aşırı dincilerin" artışı hakkında ne düşünüyorsunuz?

GARAUDY. Sömürgeciliğe karşı bir reaksiyon bu. Anlıyorum. En kötü aşırı dincilik sömürgecilikti. Entegrizm, mutlak gerçeğe sahip olduğunu iddia etmek ve bunu başkalarına dayatma hakkına kendinde görmek demektir. Büyük engizisyoncular belki de kişisel yaşamlarında birer aziz değillerdi. Mutlak gerçek olduğundan ve buna inandıklarından bunu başkalarına empoze ediyor ve insanlara ateşe, yani onlara göre Tanrı’ya yolluyorlardı. Gerçek aşırı dinciler sömürgecilerdi. Bugün gördüğümüz  bütün aşırı dinciler, ki bunlar sadece Müslümanlar değil,-Çin kültür devrimi de bence bir entegrizimdir-, bu sömürgeciliğe karşı bir reaksiyon içindeler. İnsanlar kimliğini korumak istiyor. Kimliğini korumak, sömürgecinin etkisinden kurtulmak demek. Aşırı dinciler din üzerinde geriletici bir rol oynuyorlar, çünkü yüzyıllar öncesine ait formüllere kapanıp kalıyorlar. İslamda da böyle. En kötüsü, belki de Siyonist entegrizmi. Kutsal topraklar, seçilmiş halklar diyorlar, bunlar hiç varolmamış nosyonlar. Bugün hiçbir anlamı olmayan şeyler. Bunun üzerine politika inşa ediyorlar. İnsanları öldürmek çözüm değil. Silah depolarına, polislere saldırıyı anlayabilirim. Direniş döneminde bunu yaptık. Bize terörist dendi. Unutulan, Filistin’de bir işgalin ve buna karşılık  bir direnişin olduğu. (Eşi, çevirmene bakıp “keşke söylemeseydi” gibisinden bir yüz ifadesi takınıyor. Belki de Garaudy hakkında İsrail aleyhine konuştuğu için Fransa’da açılan dava yüzünden.)

- Bu normal diyorsunuz öyle mi?

GARAUDY.  Hayır, anlaşılabilir. Biz de yaptık bunu. İtalyan işgali vardı, benim de içinde olduğum grup direndi. Trenleri bombaladık, saldırdık.

Arşiv
Açık
Abone ol kültür