arkeoloji

"Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür."

Hattusas Emine

Arkeolojik ve kültürel anlamda inanılmaz zengin, geçmişin inanılmaz izler bıraktığı çok az ülkeden biriyiz, belki de bizim kadar fazla zenginliğe sahip ülke yok bile, yok, bunu herkesin yaptığı genel abartma hastalığımız nedeniyle söylemiyorum, bunu rakamlar da görünen ve kılavuz istemeyen köyler de söylüyor. Ama ne yazık ki Türkiye’de kültür varlıklarının, arkeolojinin daha her anlamda alacağı çok yol var.  Kültür bakanları geliyor, kültür bakanları gidiyor, turizm eklentileriyle bakanlık değişiyor, Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün bakanlığa bağlanmasıyla daha da çok şey değişiyor ama genel ve önemli sorunlar nedense hiç değişmiyor (nedense, nezaketen söylendi) Tarihe, arkeolojiye, sanata meraklıdan öte bilgi ve görgü sahibi yapı oluşmadan, organizasyon planları değişmeden, ülke gerçeklerine göre şekillendirilmeden ne yazık ki değişim mümkün değil. Çünkü dünya örneklerinden kültürel aktarımı başaran değerli yapılanmaların nasıl olduğunu biliyoruz. İş sadece maddi kaynak yaratmaya da dayalı değil, az maddi kaynakla çok ciddi dönüşüm alan ülkeler de yok değil elbette, ama ne yapacaksınız, tarihle ilişkisi hep zayıf bir toplum olmuşuz. Bu arada o inanılmaz zenginliğe rağmen bu ülkedeki tarihi eser kaydı da çok az.

2022 sonu itibarıyla tescilli taşınmaz kültür varlığı sayımız 122.144 mesela. Kültür Bakanlığı’nın resmi sitesine göre bu sayının içinde askeri yapılar, dinsel yapılar, korunmaya alınan sokaklar, idari ve ticari yapılar, doğal varlıklar, sivil mimari örneği (75.600, en yüksek sayı), şehitlikler, mezarlıklar (6368 adetle 2. en yüksek sayı) , anıt ve abideler de var, yani liste geniş… 3309 Kalıntı'mız varmış, kalıntı tabiri hele hiç de iyi bir gelecek ya da hayalimizde bir görüntü çağrıştırmıyor Türkçemizde. Toplam korunmaya alınan sokak sayımız kaç dersiniz? Çok şaşırtıcı ama sadece 77! Bolu'da 1 sokak mesela, Afyon'da yok, Ağrı'da da yok, Ankara'da da, güzelim Bursa'da 2 sokak derken listelere baktıkça şaşırıp duruyorsunuz. Bu benim ülkemin kültürel hazinesi mi diye... 

Konuyla ilgili şaşırtıcı örnek verirsek çok popülerleşen Zeugma’nın bile ünlendikten sonra eski eser kaydımıza girmesi bence en çarpıcısı… İstanbul’daki bazı eski eserlerin kaydı olmadığı için bir Bizans sarnıcını satın almış Sıvaslı birisiyle tanışmıştım, 1997’de tanıştığım bu kişi Haliç’te gayet makul bir paraya aldığı bu yeri kafe mi yapsam diye düşünüyordu, hatta sütunları da yıkarım gibi görüşleri vardı!.. Bir diğer sarnıç yine atölye olarak kullanılıyordu… Yüzyılların yapılaşması bir yana, o yapılaşma değmeden olduğu gibi kalan tarihi eserlerimiz de var. 

Her zaman bahane üretebiliriz, bahanelere sığınmak güçsüzlüktür, bu alanda da bahane üretebiliriz, ama şu ama bu, ama kültür gibi ayrıntı üzerine kurulu, insanın ürettiklerinin korunması, kuşaklar boyu aktarımı vatan, toplum için önem taşıyan bir alanda bu kabule dilemez bana göre. Sorun çok, o kesin, en başta eleman az, yapacak iş çok… Envanter kaydı tutulamadığı için bakanlığın tescil edemediği pek çok sit alanı, tarihi eser kaydımızın olmadığını biliyoruz mesela. Bir eserin, varlığın tescillenmesi için çalışmak, sistem kurmak gerek ki envantere alınsın, böylece hem listede olsun, sahibi olsun, koruması olsun. 2008'de www.tayproject'e yazdığım Halının Altı köşesinde bu konu çok daha vahimdi, çok yol alınmadı, ancak Maraş, Adıyaman Hatay depremi sonrası, yani yakın zamanda bazı, umarım ciddi çalışmalar yapılması için girişimde bulunuldu.

Müze sayımızda artış var, pek çok yeni müze açılıyor, bu güzel ancak müze dışında altyapı sorunlarımız var. Bakanlığın ülke gerçeklerine yönelik sağlam bir kültürel organizasyon, yapılanma gereği dışında, ki bu çok çok önemli, eleman azlığı da var. Ne demek istiyorum, elemanın azlığı üzerine, bir örnek vereyim: Türkiye’nin en büyük ve önemli müzelerinden İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde –bu müzede 1 milyona yakın eser var– 35’e yakın arkeolog çalışıyor. Bu arkeologların üzerine eski eser zimmetli, İstanbul’daki hafriyat kazılarının tümüne gidiyorlar, kazı yapılıyorsa başındalar, aynı zamanda eğitim çalışmaları yapıyor ve koleksiyonerleri denetliyorlar. İstanbul’da değil ama Anadolu’daki bazı müzelerde 2863 sayılı yasa gereği anıtsal bir ağacın, tarihi bir mağaranın tespiti için dahi arkeologlar gidiyor. Yani müzelerin çok yoğun iş kapasitesi var, gerçek görevleri sınırlarla çizilmediğinden de bu yoğunluk içinde debelenip duruyorlar. Müzekart uygulaması şahane bir fikir, umut veriyor ama insanlar gezdiğinde rahat anlayacağı bilgilendirme eksiği var, kaderine terkedillmiş haller çiziyorlar, bu çok üzücü, hatta içler acısı, eleman eksikliği, sergilemedeki, sunumdaki yetersizlik, tıkanmışlık, maddi kaynak yetersizliği ören yerlerinde de kendini gösteriyor. Ama aslında maddi kaynaktan ziyade nitelikli elemanlar, vizyon sahibi bir yapı ihtiyacı olduğunu da görüyorsunuz. 

Sağlam, kararlı, anlamlı, kalıcı, değişmez bir sistem ve bir yapı olmadığı için her şey kurumların, kentlerin başındaki kişilerin bilgisine, ilgisine, çabasına bağlı seyrediyor. cnnturk’te yayınlanan Taştaki Sır programım nedeniyle yaptığım gezilerde (2009 düşünün) ve sonraki yıllarda! değişmemiş olan şeyler gördüm; bir bölgede belediye başkanı ya da vali ya da müze müdürlerinin bilgisine, eğitimine, merakına vs’ye bağlı olarak bir takım insiyatiflerde bulunuluyor. Bakanlığın belirlediği kurallar mı yok, bu kadar çok şeye sahibiz diye bir şımarıklık hali mi var, anlamak mümkün değil. Bazı yerlerde yıllardır değişen hiçbir şey yok; insanın aklı almıyor, anlayamıyor. "Örnek" diye sunulan müzeleri geziyorsunuz, "örnek" olmadığını, çağının, bu zenginliğin çok gerisinde kaldığını görüyorsunuz. 

Birleşik Krallık, Fransa gibi Avrupa ülkelerinde hayran kaldığım, imrendiğim kültürel yapılanmalar olduğu için tıkır tıkır işleyen bir standart ve geleceğe güvenli bakış var. Atina’daki metro çalışmalarında tarihin nasıl korunduğunu, kazılar yapıldığını anlamak için gazeteci olarak buraya gittiğimde de (2000 yılı!) görüştüğüm bakanlardan biri sayesinde Yunan Kültür Bakanlığı’nın yapısı hakkında bilgi sahibi oldum ve ülkemiz adına çok üzüldüm. Çünkü burada, yani bu küçük ve tarihi bizimkiyle kıyaslanmayacak bu ülkede prehistorya, Ön Asya gibi ciddi ayrımlarla bakanlıkta yapılanmalar vardı. Hiçbir şey kaderine terk edilmemişti, topraklarındaki az sayıda tarihe deli gibi sahip çıkıyorlardı, zaten belli ki bu yapılanmanın içinde pazarlama dahisi olarak da çalışılıyordu ki insanlar akın akın buraya gidiyorlardı. 

Şimdi devir değişti, insanlar tarihine, kentine daha çok sahip çıkmaya başladı, sosyal ağlar bunu hızlandırdı, ama bilgisizlik hâlâ sürüyor. Bilen bilmeyenin konuştuğu tartışmaların içinde buluyoruz kendimizi. Fikri ve haber takip, sahip çıkıp olayı bütünlüğüyle görme yerine kimi zaman zorlama muhalefete dayalı tepkiler gösteriyoruz. Bu ülkede iş yapmak kolay değil, ama yapan da hemen güzelce karalanabiliyor, yani ölçüsüzlük, değer bilmeme gibi hastalığımız yoğun… (Bu değer bilmeme sorunumuz, 50'lerde emeklemeye başlamış, hakkında yazılmış güzel yazılar var.) Gitmeden, görmeden, sorup öğrenmeden bir bakıyorsunuz ortalık toz duman oluyor. Yıllardır takip edilmeyen konular birden gündem maddesi oluyor, taraflar, olayların gerçeği ve daha pek çok şey, yani olayın bütünü görmezden geliniyor. Muhalefetimizi bile hislerimizle ve duyumlarla yapıyoruz; kitapları okumadan yazarlarını sevmiyor, özetle, bilmeden, sorgulamadan tepki gösteriyoruz. Keşke kültürü (tüm bütünlüğüyle ama) anlaşılır kılan, gerçekten yaşama sokan, halka aktaracak sahici projeler yapılsa, yazılı ve görsel basına kültür eğitimi verilse (dalga mı geçiyorsun diyenlere de selam olsun 😊) … Ve daha pek çok şey…

(Başlıkta yer alan cümle, geçen zamanda unutulmuş, önemsenmemiş Atatürk'ün bir cümlesi: "Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür".) 

 

Arşiv
Kapalı

Çocuklar ve müzeler

Tam kapıdan çıkmak üzereydik ki gözlerini açarak sordu:

– Osman Hamdi Bey’i biliyor musun sen?

Biliyorum tabii, peki sen nereden biliyorsun?

– Ben onu çok seviyorum.

Neden seviyorsun?

– Onun tam 4 tane çok şeker kaplumbağası var.

Rozarin’e verdiğim sözü tutmak üzere İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ne giderken bu bağlantıyı nasıl kurdu, zihninden neler geçirdi bilmiyorum.Gece heyecandan uyuyamamış, sabah erkenden giyinip hazırlanmış 6 yaşındaki meraklı arkadaşıma müzede mumyayı, heykelleri, sfenksleri göstereceğim.

Mumya birden her şeyin önüne geçti evet, nedenini hatırlamıyorum, aslında sormadım da. Hikâyemizse arkeoloji temelli küçük artçı şoklarla örülü.

Bir akşam yanıma gelip yuvada ona arkeologların nasıl çalıştığını, neler yaptığını öğrettiklerini anlatmaya başladı. Toprağı kazıp bir şeyler bulduklarını, hatta kendilerinin de okulda el işlerini toprağa gömdüklerini söylediğinde ‘E, biliyorum tabii, ben de arkeologum’ cümlem onun için ilk şoktu. ‘Neeee’, diye çığlığı geldi. Sonrası şöyle gelişti: Gözlerini açarak bana bakması. Öğrendikleriyle beni birleştirmeye çalışması. Soyuttan somuta geçiş çabaları. Bana daha da dikkatli bakarak görüntüyü netleştirmesi. Eline yeni çıkmış ‘Anadolu’da Kadın’ kitabını tutuşturmam. ‘Bak, işte bu kitap yüzünden meşguldüm hep, seninle o yüzden vakit geçiremiyordum.’ Hayranlıkla bakışı. Resimli sayfalarda duraklaması ve kitabı anlayabileceği dilde tercüme etmem: ‘Bu anne ile çocuğu, bak emziriyor, arkada palmiyeler; bak bu yemek sahnesi; gördün mü anne ile kızı el işi yapıyorlar…’

Bir başka gece yaşanan sahne… Elinde boyama kitabı, kılık kıyafetleri, ayakkabılarıyla Yuva bahçesinde arkeologculuk oynamış ve Hititler çoktan hayatına girmiş, meraklı, tatlı bir çocuk.

Bir başkası. Gezi olaylarının tam ortasında, yürekler sıkışmış, nereye bakacağımızı, neyin nasıl düzeleceğini bilemezken, yani ateşin tam ortasında, sevinçten parlayan gözleri, elinde arkeoloji diplomasıyla gelivermişti! Okuduğu yuvada ona bir diploma vermişlerdi. Tarihi objelerle süslü diplomasının sonunda şu cümle yazılıydı:

“Tarih sevginizin ömür boyu sürmesi dileğiyle…”

‘Tarih sevginizin ömür boyu sürmesi dileğiyle…’ Bir çocuk, bir yuva, tarih ve arkeoloji sevgisi veren bir diploma. Umut, inanç, hayat yanıbaşımdaydı.

Böylece bizi birleştirene arkeoloji, mumyalar, tarih, müzeye gitme teklifi eklendi. Müzeye gitmek için can atan bir çocuğa kim dayanır? Hem de arkeoloji müzesine!

Osman Hamdi Bey’in kaplumbağaları

İşte o sabah Osman Hamdi’nin kaplumbağalarını çok seven Rozarin’le Osman Hamdi’nin kurduğu müzeye doğru elele tutuşup yola koyulduk. Aramızda icad ettiğimiz sırları elbette sizinle paylaşmayacağım.

Yolu toplu taşımayla renklendirmek istedim, dolmuş pratik bir çözümdü, bir sürü farklı araçla müzeye ulaşabilirdik, böylece daha çok yer görmüş olacaktı.

Surlara yaklaşırken merakı uyandırarak işe başladım; bu şehir, bir zamanlar sadece surlar içindeydi, insanlar bu surların içindeki evlerinde yaşıyorlardı… Sur neydi, nasıl bir şeydi ki? Beklemeliydik, az sonra görecektik. Surlar karşımıza çıkınca hayal ettiğini görmek merakını daha da artırdı. Hem gece sur kapıları kapanıyordu, dışarıdan kimse giremiyordu, kapılarda bekleyenler bile vardı. Hayret!

Sahil boyunca biz ilerlerken o artık gözlerini deniz surlarından alamıyordu. Bir noktada döndü ve bana aynen şunu dedi:

– İnsanlar ne kötü, tarihin üzerine ev yapmışlar, her tarafı pisletmişler.

İndik ve elma şekeri aldık, dönerli, su derken tramvaya bindik, tarihi yarımadanın içinden, Sultanahmet, Ayasofya’nın yakınından geçip Soğuk Çeşme Sokağında dolaşdık. İnanılmaz bir sokaktı burası, ne kadar güzeldi! O gözlerini hayranlıkla açarken ben de ilk defa görüyormuşum gibi sevindim.

Saraylı gri kedi orada bizi bekliyor…

Sarayın içine girince gri saraylı kediyi Topkapı’nın birinci avlusunda güneşlenirken görmeyelim mi! Tanıştırdım. Derken müzeye girdik, heyecan doruktaydı…

– İlk önce mumyaya gidelim. Olur mu?

Gittik, henüz üç tur yapacağımızı bilmiyorum. Etrafında dönüp durup neredeyse her bir kemiğini inceledi. ‘Kralmış, böyle herşeyi kalmış, bak saçlarına, ne ilginç’. Döndü, kafasında kalan saçlara baktı uzun uzun. Ayrıldık ve devam ettik. Osman Hamdi’nin bu güzel müzeyi kurduğunu hâlâ hatırlıyor mu bilmiyorum ama ona ayrılan bölümdeki fotoğraflara, ailesine, kızlarına, dönem kıyafetlerine hayran kaldı. Ağlayan Kadınlarla tanıştı, lahitler bölümünde gezinirken Eros’u gördü ve çığlık attı. Tanıyordu onu.

– Biliyor musun, o kime okunu atarsa aşık oluyor insan.

Öyle mi? Sana attı mı okunu?

– Yok bana atmadı ama İnci öğretmene atmış.

Birbirimize söz verdik; kime önce atarsa söyleyecek.

Mumyayı tekrar ziyaret etmek istedi. Tekrar yanındayız:

– Alttakiler ne?

Kemikleri.

– Aaa.

Evet, çok yıl geçmiş, bazıları düşmüş.

Kral Tabnit, İstanbul’a yolculuğu ve araya yüzyıllar girmiş uzun dinlenmesinde hiç bu kadar dikkatli bir küçük kıza rastladı mı bilmiyorum, bir daha bir daha durduk ve baktık.

Sıra Yenikapı kazıları sergisindeydi. Şanslıydı. Amforalar, hayvan kemikleri, çıkan eserler, eski günleri anlatan film… Şaşkındı, bu şehir bambaşkaydı.

Çıkıştan önce son mumya ziyareti, korkuyu yenme mi, vedalaşma mı, meçhul.

Müzenin bahçesinde, meyve suyu molasındayız. Etraf tarihi eserlerle dolu bu güzel bahçede, gördüklerinin etkisinde, üstüne üstlük ağaçlara tünemiş İskenderiye Papağanlarının sesi..

– Uyusak burada, öğlen uyanır, tekrar gezeriz, ne olur, lütfen…

Güzel hayal, hem de yedi uyurlar misali ama imkânsız. Ne hoşuma giderdi işin gerçeği.

Çıkmadan önce Eski Şark Eserleri Müzesi ve boyadığı Hititlerle tanışma, bir kez daha şaşkınlık. Tekrar tramvay, sonra Karaköy tarihi metro. Tamam, ben de onun ilgisini çekecek şekilde, kendimin de hayranlığını, merakını göstererek anlatıyorum, merak uyandırıyorum işte, en sevdiğim şey.

Boncuk’la tanışmaya gidiyoruz

– Öne geçebilir miyim, bakmak istiyorum.

Yakından bakmak istediği, içinden geçtiğimiz tünelin tarihi taşları. Tünel geçidinde ilerlerken o, kapıya yakın, gözleri akan taşlarda, arada, çok güzel, çok güzel, diyor. 

Beyoğlu’nda kaç kişi kafasını onun kadar kaldırıp o tarihi binaları inceler acaba yürürken? Tek kelime etmiyorum, o görüyor. Binaların, heykellerin, kabartmaların güzelliğine, hangisine bakacağını şaşırıyor.

Yorulduk artık. Geziyi bitirmeden önce onu Boncuk’la tanıştıracağım, o zaten benim sevdiğimi sevmeye hazır. Boncuk, her zamanki sokağında. Yattığı yerden kafasını kaldırıyor, kuyruk sallıyor, önce bana, sonra Rozarin’e bakıyor. Selamlaşıyorlar.

Elbette o da her çocuk gibi dondurma diye tutturuyor, yol boyu zor zaptettiğim isteğini pastanede sahneliyoruz, yeni gezi planları sözleriyle…

Bugünlük bitti ama bu hikâye devam ederse şaşırmayın.

Kendi kendimle konuşmalar

Sahi bu merakı sürerse -ve belli ki sürecek- ne olacak? Ya bu alanda okur ve meslek sahibi olursa o da işsiz arkeologlar, sanat tarihçileri kadrosuna mı katılacak? Kadrolar artırılacak evet ama ne kadar? Ne zaman bakanlık yapısı gerçekçi ve profesyonel bir hal alacak? Ne zaman bu meslekler gerçekten hakettiği öneme kavuşacak?

 

Arşiv
Açık
Abone ol arkeoloji