Türkiye

"Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür."

Hattusas Emine

Arkeolojik ve kültürel anlamda inanılmaz zengin, geçmişin inanılmaz izler bıraktığı çok az ülkeden biriyiz, belki de bizim kadar fazla zenginliğe sahip ülke yok bile, yok, bunu herkesin yaptığı genel abartma hastalığımız nedeniyle söylemiyorum, bunu rakamlar da görünen ve kılavuz istemeyen köyler de söylüyor. Ama ne yazık ki Türkiye’de kültür varlıklarının, arkeolojinin daha her anlamda alacağı çok yol var.  Kültür bakanları geliyor, kültür bakanları gidiyor, turizm eklentileriyle bakanlık değişiyor, Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün bakanlığa bağlanmasıyla daha da çok şey değişiyor ama genel ve önemli sorunlar nedense hiç değişmiyor (nedense, nezaketen söylendi) Tarihe, arkeolojiye, sanata meraklıdan öte bilgi ve görgü sahibi yapı oluşmadan, organizasyon planları değişmeden, ülke gerçeklerine göre şekillendirilmeden ne yazık ki değişim mümkün değil. Çünkü dünya örneklerinden kültürel aktarımı başaran değerli yapılanmaların nasıl olduğunu biliyoruz. İş sadece maddi kaynak yaratmaya da dayalı değil, az maddi kaynakla çok ciddi dönüşüm alan ülkeler de yok değil elbette, ama ne yapacaksınız, tarihle ilişkisi hep zayıf bir toplum olmuşuz. Bu arada o inanılmaz zenginliğe rağmen bu ülkedeki tarihi eser kaydı da çok az.

2022 sonu itibarıyla tescilli taşınmaz kültür varlığı sayımız 122.144 mesela. Kültür Bakanlığı’nın resmi sitesine göre bu sayının içinde askeri yapılar, dinsel yapılar, korunmaya alınan sokaklar, idari ve ticari yapılar, doğal varlıklar, sivil mimari örneği (75.600, en yüksek sayı), şehitlikler, mezarlıklar (6368 adetle 2. en yüksek sayı) , anıt ve abideler de var, yani liste geniş… 3309 Kalıntı'mız varmış, kalıntı tabiri hele hiç de iyi bir gelecek ya da hayalimizde bir görüntü çağrıştırmıyor Türkçemizde. Toplam korunmaya alınan sokak sayımız kaç dersiniz? Çok şaşırtıcı ama sadece 77! Bolu'da 1 sokak mesela, Afyon'da yok, Ağrı'da da yok, Ankara'da da, güzelim Bursa'da 2 sokak derken listelere baktıkça şaşırıp duruyorsunuz. Bu benim ülkemin kültürel hazinesi mi diye... 

Konuyla ilgili şaşırtıcı örnek verirsek çok popülerleşen Zeugma’nın bile ünlendikten sonra eski eser kaydımıza girmesi bence en çarpıcısı… İstanbul’daki bazı eski eserlerin kaydı olmadığı için bir Bizans sarnıcını satın almış Sıvaslı birisiyle tanışmıştım, 1997’de tanıştığım bu kişi Haliç’te gayet makul bir paraya aldığı bu yeri kafe mi yapsam diye düşünüyordu, hatta sütunları da yıkarım gibi görüşleri vardı!.. Bir diğer sarnıç yine atölye olarak kullanılıyordu… Yüzyılların yapılaşması bir yana, o yapılaşma değmeden olduğu gibi kalan tarihi eserlerimiz de var. 

Her zaman bahane üretebiliriz, bahanelere sığınmak güçsüzlüktür, bu alanda da bahane üretebiliriz, ama şu ama bu, ama kültür gibi ayrıntı üzerine kurulu, insanın ürettiklerinin korunması, kuşaklar boyu aktarımı vatan, toplum için önem taşıyan bir alanda bu kabule dilemez bana göre. Sorun çok, o kesin, en başta eleman az, yapacak iş çok… Envanter kaydı tutulamadığı için bakanlığın tescil edemediği pek çok sit alanı, tarihi eser kaydımızın olmadığını biliyoruz mesela. Bir eserin, varlığın tescillenmesi için çalışmak, sistem kurmak gerek ki envantere alınsın, böylece hem listede olsun, sahibi olsun, koruması olsun. 2008'de www.tayproject'e yazdığım Halının Altı köşesinde bu konu çok daha vahimdi, çok yol alınmadı, ancak Maraş, Adıyaman Hatay depremi sonrası, yani yakın zamanda bazı, umarım ciddi çalışmalar yapılması için girişimde bulunuldu.

Müze sayımızda artış var, pek çok yeni müze açılıyor, bu güzel ancak müze dışında altyapı sorunlarımız var. Bakanlığın ülke gerçeklerine yönelik sağlam bir kültürel organizasyon, yapılanma gereği dışında, ki bu çok çok önemli, eleman azlığı da var. Ne demek istiyorum, elemanın azlığı üzerine, bir örnek vereyim: Türkiye’nin en büyük ve önemli müzelerinden İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde –bu müzede 1 milyona yakın eser var– 35’e yakın arkeolog çalışıyor. Bu arkeologların üzerine eski eser zimmetli, İstanbul’daki hafriyat kazılarının tümüne gidiyorlar, kazı yapılıyorsa başındalar, aynı zamanda eğitim çalışmaları yapıyor ve koleksiyonerleri denetliyorlar. İstanbul’da değil ama Anadolu’daki bazı müzelerde 2863 sayılı yasa gereği anıtsal bir ağacın, tarihi bir mağaranın tespiti için dahi arkeologlar gidiyor. Yani müzelerin çok yoğun iş kapasitesi var, gerçek görevleri sınırlarla çizilmediğinden de bu yoğunluk içinde debelenip duruyorlar. Müzekart uygulaması şahane bir fikir, umut veriyor ama insanlar gezdiğinde rahat anlayacağı bilgilendirme eksiği var, kaderine terkedillmiş haller çiziyorlar, bu çok üzücü, hatta içler acısı, eleman eksikliği, sergilemedeki, sunumdaki yetersizlik, tıkanmışlık, maddi kaynak yetersizliği ören yerlerinde de kendini gösteriyor. Ama aslında maddi kaynaktan ziyade nitelikli elemanlar, vizyon sahibi bir yapı ihtiyacı olduğunu da görüyorsunuz. 

Sağlam, kararlı, anlamlı, kalıcı, değişmez bir sistem ve bir yapı olmadığı için her şey kurumların, kentlerin başındaki kişilerin bilgisine, ilgisine, çabasına bağlı seyrediyor. cnnturk’te yayınlanan Taştaki Sır programım nedeniyle yaptığım gezilerde (2009 düşünün) ve sonraki yıllarda! değişmemiş olan şeyler gördüm; bir bölgede belediye başkanı ya da vali ya da müze müdürlerinin bilgisine, eğitimine, merakına vs’ye bağlı olarak bir takım insiyatiflerde bulunuluyor. Bakanlığın belirlediği kurallar mı yok, bu kadar çok şeye sahibiz diye bir şımarıklık hali mi var, anlamak mümkün değil. Bazı yerlerde yıllardır değişen hiçbir şey yok; insanın aklı almıyor, anlayamıyor. "Örnek" diye sunulan müzeleri geziyorsunuz, "örnek" olmadığını, çağının, bu zenginliğin çok gerisinde kaldığını görüyorsunuz. 

Birleşik Krallık, Fransa gibi Avrupa ülkelerinde hayran kaldığım, imrendiğim kültürel yapılanmalar olduğu için tıkır tıkır işleyen bir standart ve geleceğe güvenli bakış var. Atina’daki metro çalışmalarında tarihin nasıl korunduğunu, kazılar yapıldığını anlamak için gazeteci olarak buraya gittiğimde de (2000 yılı!) görüştüğüm bakanlardan biri sayesinde Yunan Kültür Bakanlığı’nın yapısı hakkında bilgi sahibi oldum ve ülkemiz adına çok üzüldüm. Çünkü burada, yani bu küçük ve tarihi bizimkiyle kıyaslanmayacak bu ülkede prehistorya, Ön Asya gibi ciddi ayrımlarla bakanlıkta yapılanmalar vardı. Hiçbir şey kaderine terk edilmemişti, topraklarındaki az sayıda tarihe deli gibi sahip çıkıyorlardı, zaten belli ki bu yapılanmanın içinde pazarlama dahisi olarak da çalışılıyordu ki insanlar akın akın buraya gidiyorlardı. 

Şimdi devir değişti, insanlar tarihine, kentine daha çok sahip çıkmaya başladı, sosyal ağlar bunu hızlandırdı, ama bilgisizlik hâlâ sürüyor. Bilen bilmeyenin konuştuğu tartışmaların içinde buluyoruz kendimizi. Fikri ve haber takip, sahip çıkıp olayı bütünlüğüyle görme yerine kimi zaman zorlama muhalefete dayalı tepkiler gösteriyoruz. Bu ülkede iş yapmak kolay değil, ama yapan da hemen güzelce karalanabiliyor, yani ölçüsüzlük, değer bilmeme gibi hastalığımız yoğun… (Bu değer bilmeme sorunumuz, 50'lerde emeklemeye başlamış, hakkında yazılmış güzel yazılar var.) Gitmeden, görmeden, sorup öğrenmeden bir bakıyorsunuz ortalık toz duman oluyor. Yıllardır takip edilmeyen konular birden gündem maddesi oluyor, taraflar, olayların gerçeği ve daha pek çok şey, yani olayın bütünü görmezden geliniyor. Muhalefetimizi bile hislerimizle ve duyumlarla yapıyoruz; kitapları okumadan yazarlarını sevmiyor, özetle, bilmeden, sorgulamadan tepki gösteriyoruz. Keşke kültürü (tüm bütünlüğüyle ama) anlaşılır kılan, gerçekten yaşama sokan, halka aktaracak sahici projeler yapılsa, yazılı ve görsel basına kültür eğitimi verilse (dalga mı geçiyorsun diyenlere de selam olsun 😊) … Ve daha pek çok şey…

(Başlıkta yer alan cümle, geçen zamanda unutulmuş, önemsenmemiş Atatürk'ün bir cümlesi: "Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür".) 

 

Arşiv
Kapalı

Yaşar Nuri Öztürk ile halk, aydınlar, Türkiye’de İslam

Yasar Nuri Tempo 1998

Son yüzyılın en büyük kazancı, halkın aldatıldığının farkına varmasıdır, demişti, rahmetli Yaşar Nuri Öztürk, 1998’de kendisiyle yaptığım bir röportajda. O yıl, bir hafta içinde dinle ilgili üç ‘yalan'ın ortaya çıkmasını, zamanın kendisini haklı çıkarması olarak değerlendirmişti. Aydınları, siyasetçileri ve diyaneti de halkın gerisinde kalmakla suçlamıştı. İşte konuşmamızın tamamı. Aradan yıllar geçmesine karşın halen önemini ve güncelliğini koruyan bu röportaj arşivde kalsın istemedim. Ruhu şad olsun.

 

 

EMİNE ÇAYKARA: Son günlerde dinle ilgili tartışmalar hızlandı; gerek Türkçe ibadet gerek cenaze namazı tartışması ile farklı bir noktaya gelindi. İslam âlimi Fazlur Rahman’ın yıllar önce söylediği gibi Türkiye, İslam’ı doğru anlayıp değerlendirilen ülke olma özelliğinde aşama mı kaydetmek üzere?

YAŞAR NURİ ÖZTÜRK: Tek ülke demişti Fazlur Rahman. Cumhuriyet sayesinde Türkiye’nin öyle bir şansı oldu. Ama maalesef Türkiye’de İslam’a karşı olanlarla İslamı hurafeye boğduranlar el ele vermişler. Şirketleşmiş, sektörleşmiş, dinin ülkede anlaşılmaması için her türlü şeytanlığı sergiliyorlar. Bunun önüne geçecek olan halktır. Halk, heyecanları sömürülerek uyutulmuştur. Halk, doğruyu bulur; bugünkü medyadaki tartışmaların esası budur. Bunlar, dincisi dinsizi, halkı bir türlü adam görmedikleri için, “bu da nereden çıktı” diye bağırıyor. Bu, halkın ihtiyaçlarından, arzularından, arayışından çıktı. Halkı, birileri bir şeyleri empoze etmese düşünemeyen böcek gibi görüyorlar; senelerce bu suçu işlediler, devam ediyorlar. Halk bunlara şamarı indirecek. Halkı mezra kalıntısı gibi, geri zekâlı görüyor. Milyonları, milletin gözünün içine baka baka geri zekâlılıkla ithal ediyorlar, bunu yapanların içinde profesör seviyesinde insanlar var. Halka bakışları budur.

Ne yapmak gerekiyor?

ÖZTÜRK: Din ticareti, sömürüsü yapmayanla gerçek temiz aydınların halka yardımcı olması lazım. Tabii sağdan soldan bu insanların etkisiz kılınması için sürekli provokasyonlar, kafa karıştırmalar, saptırmalar yapılıyor. Dişleri dökülmüş bir yığın ruh hastası, halkı tahrik ediyor. Hiçbir yere varamazlar. Halk aldatıldığının farkına varmıştır. Son yüzyılın en büyük şansı budur. Bu, fevkalade önemli; bizim halkımızın tüm aldatma zulümlerine rağmen bu noktaya gelmesini de Allah tarafından sevilmesinin işareti olarak görüyorum.

Değişme yolunda ciddi birtakım adımlar atıldı.

ÖZTÜRK: Kesinlikle. Bu durmaz, halk, yumağın ucunu yakalamıştır. Öbür ucuna kadar yüzlerce yalan vardır halka yutturulmuş, bir bir ortaya çıkaracak. Biz de halka yardım edeceğiz. Herkes biliyor, başta da halkı kandıranlar. Bunu itiraf ederlerse saltanatları mahvolur. Yapamazlar, “Biraz daha idare edelim” diyorlar. Hapsi de uzatmaları oynuyor.

Hazreti Muhammed “Her devirde ümmetim içinden biri çıkar ve dini tecdit eder” diyor. Yani yeniden yapılandırır. Reforma karşı çıkıp yeniden yapılandırmayı kullanıyorsunuz siz de kitaplarınızda. Bu, bir görev gibi mi algılanmalı?

ÖZTÜRK: Görev veriyor, bu peygamberimizin ifadesiyle aydına verilmiş bir görevdir. Bundan kimse söz etmiyor. Çünkü bu aydının temel işlevi devreye girdiğinde yalancıların aleyhine olur. Peygamberimizi bloke ediyorlar, onun esas bize hayat verecek yönünü asla halka anlatmıyorlar, bunu birtakım Bedevi desenlerle örtüyorlar ve gerçek yaratıcı varlığı sürekli biçimde gözden kaçırıyorlar.

Siz, ‘Yaşar Nuri İslamı’ diye yeni bir model oluşturmak, sünnete ve hadislere karşı çıkmakla suçlanıyorsunuz bazı yazarlar tarafından…

ÖZTÜRK: Öyle bir şeytani tuzak kurmuşlar ki Hz. Peygamber’i bize gerçek ruh verecek kişiliğiyle tanıtanları da sünnete, hadislere karşı çıkıyor, şeytani edebiyatla etkisiz kılmaya çalışıyorlar. Halbuki peygamberin esas sünnetini katledenler kendileridir. Eğer onlar gerçekten peygamberin sünnetinden bahsetselerdi İslam böyle olur muydu? Yedi asırlık tablo ıslak paçavra gibi bunların yalan söylediğini suratlarına vurarak dünyaya gösteriyor, bunlar hâlâ yalanlarına tedavi çaresi arıyorlar. Çağın ortaya koyduğu süratli gelişmeleri, halkın bağrındakini, nasıl bir arayış içinde olduğunu görememekten kaynaklanıyor bunlar. Ben Kur’an’ı anlatıyorum, benim anlattığımı anlatan yüz civarında ilahiyatçı bilim adamı var. Din adına Kur’an  dışı hiçbir şey söylemedik. İnsanımız adına da akıl, bilim ve ülke gerçeği dışında hiçbir şey söylemedik. Zamanın yalanladığı tespitim yok. Aydın halkın gerisinde, bunu itiraf edemiyor. Şimdi halkın peşinden koşuyor, halk yakalıyor, aydın tartıyor. Halbuki bunu aydın gündeme getirecek, halk da onu izleyecekti, tersi oluyor bizde maalesef.

Bir dergide ’28 Şubat Kararları’nın devamı gibi gösteriliyorsunuz. Oysa yirmi yıldır aynı şeyleri yazdığınızı biliyoruz, bugün medya sizinle bu kadar ilgilendiği için bazıları tarafından yeni fark ediliyorsunuz. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

ÖZTÜRK: Beni “28 Şubat Kararları’yla bağlantılı gösterdikleri için bunların hepsini iftiracı olarak lanetliyorum. Kur’an, iftiracıları lanetlediği için lanetleniyorum. Ben insan zannedip oturup konuşuyorum, sonra gidip fesat çıkarıyor, iftiracılık, mendeburluk yapıyorlar. Halk senelerdir şamar atıyor bunlara, farkında değiller. İnsanlık suçu işliyorlar. Allah da bu halkı bunlara karşı ödüllendiriyor. Bunların 100 sene sonra fark edeceği şeyleri halkın gönlüne ilham ediyor. 28 Şubat dünkü olay, son on yılda neler oldu din adına, hangi iniş çıkışlar sergilendi. Hangi yalanlar, karşı çıkışlar dikkat çekti. Bunları halk görüyor, muhasebesini yapıyor, sonunda yeni arayışlar içerisine giriyor. Medya ve iletişim imkânları da halka destek veriyor. Bunlar atık gibi halkın arkasından geliyor. Raia mantığıyla, davar gibi görüyor halkı, anlayın artık işte, bu halk sizden daha üstün kalitede ve sizi yönlendiriyor. Koca bir dergi geliyor benimle konuşuyor. 30 yıldan beri söylediğim şeyler, sanki dün akşam söylemişim gibi. bir fikir adamı alışılmışa ters şeyler söylendiğinde önce tepki görür, bir süre sonra zaman söylediklerini doğrulayınca bu defa halkın gönlünde taht kurar.

Sizce sorun nereden kaynaklanıyor?

ÖZTÜRK: Bu ülkenin iki yarası var: biri sahte aydın, birisi de sahtekâr politikacı. Ülkenin yarınlarını satıyor bunlar. Türkiye bu politikacılar ve aydın taslaklarıyla 21’nci yüzyıla girmek istemiyor. Halkın direnişi budur, bunları aşmak, hizaya getirmek istiyor. Bunu kabullenemediklerinden askerin üstüne atıyorlar, 28 Şubat diyor, bilmem ne diyor. Ben askerlerin beni okuyup seyrettiğinden bile kuşkuluyum. Kaldı ki ben 30 yıl önce ne dediysem onları tekrarlıyorum. İlk başta kıyametler koparan fikirlerimi zaman, doğruladı. Zaman en adil yargıçtır. En tutarlı filozoftur. Bu fark edildiği için biz bir taraftan eskiden bize karşı olanlardan ödül alıyoruz, öbür taraftan okumayan, okumak için direnen birçok çevreden övgüler alıyoruz.

Kim bunlar?

ÖZTÜRK : Hepsi var. İçinde hurafecilerin ağına düşenler de var. Enteresan bir kaderim var benim. Türkiye’de bu fikirleri ortaya attığınızda bana, “En tehlikeli yobaz budur. Humeyni’den bile tehlikelidir bu” diyorlardı. Birileri de “Bu zındıktır” diyordu.

Kimseye yaranamıyorsunuz.

ÖZTÜRK : Evet, bezginlik göstermedik, Allah bizim gönlümüze doğru yolda olduğumuzu ilham etmiş. Kur’an da bizim denetçimiz olarak sahip çıkıyordu. “Doğrusun yürü” diyordu, çıktı ortaya. Daha neler çıkacak, durun acele etmeyin. Yirmi yıl önce söylediğimiz ama henüz yakası açılmayanların da günü gelecek. Durun daha, zaman doğrulayacak onları da…

 

 

Herhalde değişim bir seferberlik işi. Oysa Diyanet biraz geç tepki veriyor gibi gözüküyor. Siz cenaze namazıyla ilgili açıklama yaptıktan sonra onlar, “Olur tabii” diye açıklamada bulundular.

ÖZTÜRK : Çok güzel bir örnek verdiniz. Ramazanın üçünde İzmir-Karşıyaka Müftüsü cenaze olayını uygulamaya koyuyor, “Din elden gidiyor” diye dört yanda ‘din tüccarları’ feryat ediyor. Dinsizlik tüccarları da dinde reform yapılıyor diye… İkisi birlikte çalışıyor bunların zaten. Gayet açık bu. Bir tanesi başladı mı diğerlerinin ne diyeceği bellidir. Aradan bir hafta geçiyor Diyanet açıklıyor, ilim adamları söylüyor, bir de bakılıyor elden giden bir şey yok. Peygamberimizden beri olan bir gerçek uygulanmadığı için gözden kaçmış, yok sanmış. Ne din elden gidiyor ne de halkın çok gerilerinde kalmış, aynı zikzakları, aynı tutarsızlıkları sergiliyor. Durmadan, İslam kaynaklarının asla kabul etmeyeceği fetvalar veriyor. Diyanet İşleri Bakanı ile Din İşleri Yüksek Kurulu aynı tele vurmuyor. Başkanın, bilgisi de var, kafası da aydınlık bir insan eme bir türlü rotasın oturup şu milletin önünde açık yüreklilikle inandıkların söylemiyor, kıvırıyor. Din İşleri Yüksek Kurulu bir fetva çıkarıyor, reisle konuşuyorsunuz, başka türlü söylüyor, söylememesi mümkün değil, o kaynakları okumuş biliyor. Din İşleri Yüksek Kurulu bir ilim ve fıkıh kurumu değil, siyasal kurum gibi kararlar veriyor, havayı koklayıp en az dedikodu olacak şekilde lafı idare edip işin içinden çıkıyor. Bu, ülke için büyük bir talihsizliktir. Göz göre göre ellerindeki kaynaklara ters kararlar verip siyaset yapıyorlar. Bunun durdurulması lazım.

Kaplumbağa adımlarıyla ilerleniyor bu yüzden ya da ilerlenemiyor.

ÖZTÜRK : Bu ülkede politikacılarla aydınlar, ‘Aşil’in kaplumbağalarına halk da Aşil’in atına benziyor. Kaplumbağalıktan kurtulmak zorunda. Halk, bunları Aşil’in atı durumuna getirir, kanat da takar. Allah’ın yer yüzünde uzanan eli gibidir halk. Cenab-ı Hak gücünü halkta tecelli eder. Halka  kucak açıp iyi niyetle onunla barışmak, değer vermek lazım. Onu demirbaş kabul etmek lazım, bunu yapamıyorlar. Bunu 21’nci yüzyıl taşır mı? Taşımaz, bu kabak bir yerde patlayacak. Halka dua etsinler ki bu kabak başlarına patlatmıyor da şurasını burasını çizerek  bunların da uyanmasına vesile oluyor. Bu da onun büyüklüğü. Kalkıp, “Siz bana yıllarca ölülerimin arkasından dua etme hakkını niye ‘dinde yok’ diye sakladınız” diyebilirdi? Kıyamet koparabilirdi. Koparmıyor.   

Nasıl yani?

ÖZTÜRK : Cenaze namazı örneği. Siz çocuğu ölmüş anneye nasıl ‘çekil’ dersiniz? Baba sen kıl, anne çekil. Böyle din olur mu? Söylemiş midir böyle din? Bunu dayattınız. Bunu fark eden halk ortalığı birbirine katsa ne olacak? Bir hafta içinde üç dört tane yalanları ortaya çıktı. Halkın basiretine, sabrına bakın. Halk, öbür yalanların altında ezilmesin diye meselenin tartışılmasını istiyor.

 

Arşiv
Açık

1960'lar: "Yasaklamak yasaktır!"

ABD Vietnam karsıtı, wikipedia

Uzun saçlar, isyanlar, kısa etekler, değişime radikalliği sokan ve kimselere benzemeyen nesiller,  o günleri şekillendirirken belki de bilmeden bugünü işaret eden liderler, topuklu çizmeler giymiş kızlar erkekler, soğuk savaşın kutuplara böldüğü dünyalarda yaşanan bin türlü oyunlar, ondan doğan yeni savaşlar ve hâlâ çekilen acılar... Devrimi, yeniden yaratmayı göze alan, “biz de varız” deme cesareti olan gençler. Yani 1960’lar...  

Tarihin özel keşiflerle, savaşlarla, iktidar mücadelesiyle dolu olan pek çok dönemi var. Ama 1960’lı yıllar kadar gençlerin söz sahibi olduğu, dünyayı değiştirmeye soyunduğu bir başka dönem yok. En azından şimdilik! Gençlerin iyi kötü damgasını vurduğu bu zaman dilimi o kadar çok çalkantıyı beraberinde taşıyor ki bugünün de aynası yaşananlar. Her yerde hareket var,  bambaşka hareketler, evet ama var.  Acaba bugün halen süren sıkıntıların nedeni mi o yıllarda yaşananlar sorusunu kenara koyarak bu çok ilginç dönemi anlamaya çalışalım. 

İkinci Dünya savaşı biteli 15 yıl olmuş ve savaşın götürdüklerini yerine getirmek ilk hedef. Arı gibi çalışıyor insanlar, kendileri gibi sıkıntı çekmeyecek yeni nesiller yetiştirmek için. Meyvelerin acı mı tatlı mı olacağı henüz bilinmiyor ama elden gelen yapılıyor. Kendi yokluk çekmek pahasına, aileler şımartıyor çocuklarını, klasik aile modeli tüm dünyada henüz en ideal olanı. Anne evde şarkı söyleyerek yemek pişiriyor, kocayı bekliyor, tayyörlerini, güzel kıyafetlerini giyip arada arkadaşlarını ziyaret ediyor. Hazır giyimin ne olduğunu öğreniyor, yükü azalıyor ve rahatlıyor. Çocuklar sorunsuz, yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında. Şimdilik hiçbir şeye itirazları yok. Akılları henüz ermiyor olan biteni yorumlamaya. Henüz “Black is Beatiful” da demiyorlar, “Don’t war make love”da...  Amerikan ve emperyalizm karşıtı bir söylemleri de yok. 

Fransa’da De Gaulle, Cezayir’i ziyaret ediyor. 3 gün için. Tarih 13 Aralık 1960’ı gösteriyor; sonuç 123 ölü. Fransız milliyetçiler aşka geliyor, ayaklanıyor. Henüz bağımsızlığa iki yıl var ve çekişmelerin neredeyse başları... Daha önce 1 Mart’ta ABD’de Alabama eyaletinde bin siyah öğrenci ayrımcılığa karşı yürüyüşe geçmiş. Ama bu da henüz başlangıç... Esas aktörler henüz uykuda.

Türkiye’de Demokrat Parti iktidarı son günlerini yaşıyor. Başbakan Adnan Menderes’in yönetiminden hoşnutsuzluk, üniversitelerin, işçilerin, siyasi partilerin tepkisi, basına yasaklar derken ortalık kaynıyor. Ve 27 Mayıs’ta askeri darbeyle tanışıyor Türk halkı.  Menderes tutuklanıyor, gözaltına alınan 150 kişi Ankara’dan Yassıada’ya getiriliyor, yargılanmak için. 31 Mayıs’ta, 8 Haziran’da halk ordu lehine gösteriler yapıyor. Ardından DP’nin mallarına el konuyor; Köpek Davası, Bebek Davası, Radyo Davası, Topkapı Davası.... 1961 Anayasasını Türk halkı % 61,5 oyla kabul ediliyor. Ekonomik krizden en kötü etkilenen ülkelerden Türkiye. Almanya işçi talebinde bulunuyor, iki ülke arasındaki görüşmeler 13 Haziran 1961’de anlaşmayla sonuçlanıyor. Kısa sürede, Alman hükümeti temsilcileri, sağlık Bakanlığı’na  akın akın gelen işçileri seçmeye başlıyor. Sağlık kontrolünden geçirilen Türk işçileri ekmek parası için Almanya düşleri kurmaya çoktan başlamış... Ve 24 haziranda bir başka dünyaya doğru yola çıkıyorlar. Burada kalanlardan 3 bini 25 Kasım’da İzmir’de çıplak ayakla maaşlarının azlığını, geçim sıkıntılarını protesto yürüyüşü yapıyor. Bu arada radyolarda Erol Büyükburç’un sesi yükseliyor;  starlığının doruğundaki sanatçı “Little Lucy” şarkısı ile neşe saçıyor etrafa... O yılın sonunda bugün de hayatımızda önemli bir yerde olan Milli Güvenlik Kurumu yürürlüğe giriyor. Yıl 1962’ye gelindiğinde arkada sonuçlanmış bir mahkeme ve idam cezası uygulanmış yöneticiler var. 11 Ekim’de TBMM’deki 5 parti ve bağımsızlar 27 Mayıs ihtilaline bir ad koyuyor: “Milli Devrim”. Milli Devrim’e rağmen çeşit çeşit gruplar son hız yolu tutmuş gidiyor. Bir tane örnek: Sağ basını protesto eden 8 bin kişi Beyazıt’tan Taksim’e yürüyor.

Bu arada gençler ABD’de doğmuş, kısa sürede dünyaya yayılmış Elvis Presley diye birisiyle tanışıyor. “Love me Tender” diyor değişik giyim tarzı olan adam. Şarkı söylediği yerler dolup taşıyor, “rock n roll” denilen yeni bir müzik türünü seslendiriyor ve gençler oradan oraya zıplamaya başlıyorlar. İnsanın içini kıpır kıpır ettiren bir müzik bu. İngiltere’den Beatles diye bir grup gençlerin sesi oluyor. “Be bop a lula” diye başlıyor çılgına çeviriyorlar dünyayı. 4 gencin isyanla karışık romantizmle dünyayı büyülemesini Paul Anka “You are my destiny” ile ağırlaştırıyor. Johnny Hollyday denilen şarkıcı da bir tuhaf doğrusu... Tabii ki ailelerin gözünde. Ama çocukları bayılıyorlar diye anlamaya çalışıyorlar. Yine de özellikle Amerika’dan esen r’n’r rüzgarı korkutuyor onları, sakin başlayan gecelerde metamorfoza uğramış gençlere akıl erdiremiyorlar. Daha sorun çıkaran yok.

1962’de Cezayir, Fransa sömürgesinden ayrılarak bağımsızlığını ilan ediyor. Ne kanlar, ne gözyaşlarıyla... 12 Nisan 1963’te ABD’de zencilerin lideri Martin Luther King sivil haklar eylemine öncülük ettiği için tutuklanıyor. 28 Ağustos’ta bu defa 200 bin siyah ırk ayrımcılığına karşı Washington’a yürüyor. Ağustos’un son günü soğuk savaşa karşı biraz sıcaklık oluştursun diye Kremlin ile Beyaz Saray arasında “Kırmızı Telefon” hattı kuruluyor. Bu, JFK’nın yani gençlerin gözünde ABD’nin yakışıklı barışçı başkanı John Fitzgerald Kennedy’nin çabası sonucu gerçekleşiyor ama JFK, 22 Kasım’da Dallas’ta halkın arasındayken bir suikast sonucu öldürülüyor. Aralık ayının başında bu defa bir adada, Kıbrıs’ta kanlı çatışmalar başlıyor. Aynı yılın başında Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios’un anayasayı değiştirme isteği ve adada yaşayan Türk halkının haklarının azaltılması gittikçe büyüyen bir ateşin alevlenmesine neden oluyor. Türkiye ve Yunanistan arasında hâlâ süren çatışmanın başlangıcı bu.

 

 

1963 yılından başlayarak  iki yıl içinde her şey inanılmaz hızla tam tersine dönüyor. Hem siyasette hem sosyal yaşamda... Avrupa’da delikanlılar Jean Paul Belmondo’ya özenip tuvalet yerine lavaboya işemeye, genç kızlarsa Jean Seberg gibi sütyeni atmaya başlıyor. Kızlar eski modelden vazgeçiyor artık; asla ama asla anneleriyle özdeşleşmek istemiyorlar. 1963’de Londra’da Mary Quant ilk mini eteği giyiyor, olan oluyor... İki yıl içinde mini etek dünyaya yayılıyor. Modacılar gençlerin anababalarıyla aralarındaki farkı kalın çizgilerle çizme isteğinin farkında, hemen harekete geçiyorlar. Cacharel, bu farkı ortaya koyacak modeller üretiyor. Kızların çiçek desenli giysi merakına cevap veriyor modelleriyle... Courreges, geometrik şekillerde gözlükler sürüyor piyasaya, vinil botlar sarıyor etrafı. Metal kullanılmaya başlanıyor aksesuar olarak. Yves Saint Laurent, ünlü ressam Mondrian’ın çizgilerinden etkilenerek gençler için bir seri üretiyor. Elbiseler inanılmaz ölçülerde kısalıyor, gözler makyajla insanları korkuturcasına ölçüsüzce büyüyor. Bu arada Twiggy, Jean Shrimpton gibi bugün de moda olacak bir genç nesil çıkıyor podyumlara; göğüssüz, kalçasız, zayıf bacaklı, hastalıklı hissi veren kızlar bu modeller... Gençler bayılıyor onlara; belki o dönemin özelliği kızların anneye benzememe isteğinin tercümesi bu. Bütün yeniler çılgınca kabul görüyor artık.

1964 yılı, 2 Haziran. FKÖ kuruluyor. 14 Haziran’da Güney Afrika’da Nelson Mandela ömür boyu hapse mahkûm oluyor. Kuzey Güney Vietnam arasındaki çatışmalar ABD’nin komünist rejimi kabul eden Kuzey Vietnam’a karşı harekete geçmesiyle bambaşka bir şekle bürünüyor.  Yıllar sürecek ve ABD’nin üzerinden kolayca atamayacağı bir sendrom olarak. Başkan Johnson, Kuzey Vietnam’daki komünist rejime karşı bütün önlemlerin alınacağını söylemeden evvel ABD uydusu Ranger 7, Ay yüzeyinin yakından çekilmiş fotoğraflarını yolluyor ülkesine ve dünyaya.

Hem Avrupa hem Türkiye’de ABD karşıtı gösteriler yapılıyor. Vietnam’a müdahale ve emperyalizm karşıtı.

1965’e gelindiğinde Martin Luther King ve 300 destekçisi Alabama’da tutuklanıyor izinsiz gösteri yaptıkları için. Konu, zenci hakları, siyah-beyaz ayrımcılığı... 21 Şubat’ta bir başka zenci lider Malcolm X, New York’ta halka hitap ederken vurularak öldürülüyor. ABD; Vietnam savaşına gitgide daha çok dahil oluyor ve 27 Nisan’da Paris sokakları isyan ediyor buna. Bağımsızlığını ilan etmiş Cezayir’de bugünün tohumları atılmaya başlanıyor: Ben Bella, Albay Bumedyen tarafından askeri darbeyle uzaklaştırılıyor. 

Artık yeter diyor gençler, gitgide daha çok politize oluyor ve eylemlere geçmeye başlıyorlar. 15 Mayıs 1966’da Vietnam savaşını protesto eden tam tamına 8 bin kişi 2 saat boyunca Beyaz Saray’ı kuşatıyor. Hepsi gençler. 13 Ağustos’ta Çin’de Mao Zedung, “Kültür Devrimi”ni ilan ediyor. İşte düşlediğimiz, diyor kimi gruplar. ABD’den yayılan dalga Avrupa’yı da içine almaya başlıyor. 

Hem Chopin valslerini dinleyen hem zıvanadan çıkmış gibi tuhaf müzikler eşliğinde eğlenen bu gençlere de ne oluyor ki? Kendilerini adeta herşeyi değiştirmeye muktedir Tanrı gibi görüyorlar. Ailelerini, sesini çıkarmayan, pasif insanlar olarak suçluyorlar. Savaş sonrasının tüketim toplumunu reddediyor, “doğaya dönüş”ü benimsiyorlar. Kılık kıyafetler farklılaşıyor; annelerin jartiyerleri yerini külotlu çoraba bırakırken ekose etekler çıkıyor. Hem bebek gibi görünüp hem büyüğü oynamaya çalışıyorlar. Fransa’dan France Gall diye bir şarkıcı kadın “akşam yemeği için giyinmeye son. Çıplak ayakla yürüyebilmeliyim. Saçımı taramadan çıkmalıyım. Kafama bone takmadan denizde yüzmeliyim...” Bayılıyorlar... Jean Paul Sartre okuyup Cezayir’deki, Hindiçin’deki sömürgeciliği protesto ediyorlar. Ülkelerinin geçmişiyle yeni yeni yüzleştiklerinden içleri kaynıyor. Kendilerini kandırılmış hissediyorlar. Ailelerinin ahlakı onlara ikiyüzlü geliyor, çok çalışmaları, Amerikan tarzı yaşamı yüceltmeleri sinirlerini bozuyor. Onlar toplumu reddediyor, paranın mutluluk getirmediğini söylemeye başlıyorlar herkesin yüzüne. İstediklerini istedikleri anda yapmak, yaşamın keyfini çıkarmak istiyorlar. Bob Dylan’la ruhlarını yıkıyor, saçlarını sakallarını uzatarak  geleneksel anlayışa dil çıkarıyorlar. Hindistan, Pakistan, Ortadoğu, kısaca uzak diyarlar ve de ezilmiş ülkeler ilgilerini çekiyor. Jack Kerouac’ın yazdığı “Yolda” kitabı kült kitapları haline geliyor. Çekip gitmek, ansızın, içinden geldiği gibi... Çoğu yola koyuluyor, diğerleri farklı toplum modellerine kafa yoruyor. Amerika’dan gelenler onları başka yerlere götürüyor. Her anlamda... Beat kuşağı dünyayı dolaşmaya çıkıyor. Tütsüler, Hint giysileri, sandaletler, bol pantalonlara bayılıyorlar. Mor renge tapıyorlar. Saçları ne kadar uzunsa o kadar barışsever görüyorlar kendilerini adeta.

5 Haziran 1967’de Ortadoğu kaynamaya başlıyor: 5 gün sürecek İsrail-Arap çatışmaları sonunda Gazze Şeridi, Golan Tepeleri, Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Sina Yarımadasını işgal ediyor İsrail. 9 Ekim’de uzun zamandır dağlarda savaşan Che Guevara, Bolivya çarpışmalarında ölüyor. Amerika’ya isyan eden Küba halkının özgürlüğü için.

Ve 1968... 4 Nisan’da Martin Luther’in öldürülüşü gençlerin sabrını taşırıyor. ABD karşıtı gösteriler her yerde ama heryerde... Türkiye, sol sağ çatışmasını yaşıyor.  30 bin öğrenci Paris’te ayaklanıyor ve Sorbonne Üniversitesi kapatılıyor. Sonuç; 500 öğrenci tutuklanıyor. Kimse gençlere ne olduğunu anlamıyor... Bir süreliğine... 20 Mayıs’ta önce Paris’te 2 milyon işçi gençlere destek olduklarını açıklıyor ve ardından tüm Fransa’da 6 ile 10 milyon kişi arasında değişen grev dalgası. Duvarlar dile geliyor: “Yasaklamak yasaktır”, “Gözetilmeyi, diploma peşinde koşmayı, doktrine boğulmayı, televizyonla manipüle edilmeyi reddediyoruz”, “Toplumun canını sıkıyorum ama bu hoşuma gidiyor.” Enternasyonali söylüyorlar hep bir ağızdan. Tüm dünyada neredeyse...

 

 

 

9 Mayıs’ta o zamanki adıyla SSCB, Çekoslovakya’ya ilerliyor ve işgal ediyor. 28 Ekim’de bu defa Prag’da onbinlerce Çek, Sovyet işgalini protesto ediyor. Dünya da onlara katılıyor. Gençler dünyayı savaş düşkünü olmakla suçluyor ve barış diye bağırıyorlar. Çeşitli grupların çeşitli modelleri var toplumu yönetmek için. Daha bağımsız, daha özgün daha denenmemiş ya da denenmiş.... Kültürsüzlüğü, materyalizmi yüzlerine vuruyorlar ailelerinin. 

1969 Woodstock. Büyük şenlik. Karmaşa içinde özgürlük alevi. Herkes yerlerde, ayakta, istediği gibi davranıyor, öpüşüyor, koklaşıyor. Dünya bu kadar genci birarada ve bu kadar rahat görmemiş hiç o güne kadar. Sarılı koca koca sigaralar, kısa etekler, Afgan ceketler, çiçekli bluzlarla havada karmaşık bir mistisizm kokusu var. Hair filmi hislerine tercüman olmuş, dönem mariuana sarhoşluğu gibi akıyor. Hit şarkıcıları Janis Joplin overdose’dan ölüyor.  

 

1965’lerden itibaren Sultanahmet’i saran “uzun saçlı, hırpani giyimli, çıplak ayaklı yabancılar”a dünyanın “beatnik” dediğini yazıyor Türk basını. Lâle Restaurant Pudding Shop'u çok seviyorlar. Ancak ülkede bu otostopçu turistler pek itibar görmüyorlar. Çünkü parasız ve asi ruhlular... 1968’lerde bir dergi bu hippi gençleri yorumluyor: “Madalyonun bir de öbür yüzüne bakalım. Bu asi gençler solucanlara benziyor bir bakıma. Solucanın görünüşü berbattır ama toprağı altüst ederek havalandırır, yumuşatır ve bereketli hale getirir. Beatnik’lerin de böyle bir hizmeti var.”  

(Fotoğraflar: Wikipedia, Pudding Shop, Hayat Mecmuası, Aile Arşivi)

Arşiv
Açık
Abone ol Türkiye