Uzun saçlar, isyanlar, kısa etekler, değişime radikalliği sokan ve kimselere benzemeyen nesiller, o günleri şekillendirirken belki de bilmeden bugünü işaret eden liderler, topuklu çizmeler giymiş kızlar erkekler, soğuk savaşın kutuplara böldüğü dünyalarda yaşanan bin türlü oyunlar, ondan doğan yeni savaşlar ve hâlâ çekilen acılar... Devrimi, yeniden yaratmayı göze alan, “biz de varız” deme cesareti olan gençler. Yani 1960’lar...
Tarihin özel keşiflerle, savaşlarla, iktidar mücadelesiyle dolu olan pek çok dönemi var. Ama 1960’lı yıllar kadar gençlerin söz sahibi olduğu, dünyayı değiştirmeye soyunduğu bir başka dönem yok. En azından şimdilik! Gençlerin iyi kötü damgasını vurduğu bu zaman dilimi o kadar çok çalkantıyı beraberinde taşıyor ki bugünün de aynası yaşananlar. Her yerde hareket var, bambaşka hareketler, evet ama var. Acaba bugün halen süren sıkıntıların nedeni mi o yıllarda yaşananlar sorusunu kenara koyarak bu çok ilginç dönemi anlamaya çalışalım.
İkinci Dünya savaşı biteli 15 yıl olmuş ve savaşın götürdüklerini yerine getirmek ilk hedef. Arı gibi çalışıyor insanlar, kendileri gibi sıkıntı çekmeyecek yeni nesiller yetiştirmek için. Meyvelerin acı mı tatlı mı olacağı henüz bilinmiyor ama elden gelen yapılıyor. Kendi yokluk çekmek pahasına, aileler şımartıyor çocuklarını, klasik aile modeli tüm dünyada henüz en ideal olanı. Anne evde şarkı söyleyerek yemek pişiriyor, kocayı bekliyor, tayyörlerini, güzel kıyafetlerini giyip arada arkadaşlarını ziyaret ediyor. Hazır giyimin ne olduğunu öğreniyor, yükü azalıyor ve rahatlıyor. Çocuklar sorunsuz, yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında. Şimdilik hiçbir şeye itirazları yok. Akılları henüz ermiyor olan biteni yorumlamaya. Henüz “Black is Beatiful” da demiyorlar, “Don’t war make love”da... Amerikan ve emperyalizm karşıtı bir söylemleri de yok.
Fransa’da De Gaulle, Cezayir’i ziyaret ediyor. 3 gün için. Tarih 13 Aralık 1960’ı gösteriyor; sonuç 123 ölü. Fransız milliyetçiler aşka geliyor, ayaklanıyor. Henüz bağımsızlığa iki yıl var ve çekişmelerin neredeyse başları... Daha önce 1 Mart’ta ABD’de Alabama eyaletinde bin siyah öğrenci ayrımcılığa karşı yürüyüşe geçmiş. Ama bu da henüz başlangıç... Esas aktörler henüz uykuda.
Türkiye’de Demokrat Parti iktidarı son günlerini yaşıyor. Başbakan Adnan Menderes’in yönetiminden hoşnutsuzluk, üniversitelerin, işçilerin, siyasi partilerin tepkisi, basına yasaklar derken ortalık kaynıyor. Ve 27 Mayıs’ta askeri darbeyle tanışıyor Türk halkı. Menderes tutuklanıyor, gözaltına alınan 150 kişi Ankara’dan Yassıada’ya getiriliyor, yargılanmak için. 31 Mayıs’ta, 8 Haziran’da halk ordu lehine gösteriler yapıyor. Ardından DP’nin mallarına el konuyor; Köpek Davası, Bebek Davası, Radyo Davası, Topkapı Davası.... 1961 Anayasasını Türk halkı % 61,5 oyla kabul ediliyor. Ekonomik krizden en kötü etkilenen ülkelerden Türkiye. Almanya işçi talebinde bulunuyor, iki ülke arasındaki görüşmeler 13 Haziran 1961’de anlaşmayla sonuçlanıyor. Kısa sürede, Alman hükümeti temsilcileri, sağlık Bakanlığı’na akın akın gelen işçileri seçmeye başlıyor. Sağlık kontrolünden geçirilen Türk işçileri ekmek parası için Almanya düşleri kurmaya çoktan başlamış... Ve 24 haziranda bir başka dünyaya doğru yola çıkıyorlar. Burada kalanlardan 3 bini 25 Kasım’da İzmir’de çıplak ayakla maaşlarının azlığını, geçim sıkıntılarını protesto yürüyüşü yapıyor. Bu arada radyolarda Erol Büyükburç’un sesi yükseliyor; starlığının doruğundaki sanatçı “Little Lucy” şarkısı ile neşe saçıyor etrafa... O yılın sonunda bugün de hayatımızda önemli bir yerde olan Milli Güvenlik Kurumu yürürlüğe giriyor. Yıl 1962’ye gelindiğinde arkada sonuçlanmış bir mahkeme ve idam cezası uygulanmış yöneticiler var. 11 Ekim’de TBMM’deki 5 parti ve bağımsızlar 27 Mayıs ihtilaline bir ad koyuyor: “Milli Devrim”. Milli Devrim’e rağmen çeşit çeşit gruplar son hız yolu tutmuş gidiyor. Bir tane örnek: Sağ basını protesto eden 8 bin kişi Beyazıt’tan Taksim’e yürüyor.
Bu arada gençler ABD’de doğmuş, kısa sürede dünyaya yayılmış Elvis Presley diye birisiyle tanışıyor. “Love me Tender” diyor değişik giyim tarzı olan adam. Şarkı söylediği yerler dolup taşıyor, “rock n roll” denilen yeni bir müzik türünü seslendiriyor ve gençler oradan oraya zıplamaya başlıyorlar. İnsanın içini kıpır kıpır ettiren bir müzik bu. İngiltere’den Beatles diye bir grup gençlerin sesi oluyor. “Be bop a lula” diye başlıyor çılgına çeviriyorlar dünyayı. 4 gencin isyanla karışık romantizmle dünyayı büyülemesini Paul Anka “You are my destiny” ile ağırlaştırıyor. Johnny Hollyday denilen şarkıcı da bir tuhaf doğrusu... Tabii ki ailelerin gözünde. Ama çocukları bayılıyorlar diye anlamaya çalışıyorlar. Yine de özellikle Amerika’dan esen r’n’r rüzgarı korkutuyor onları, sakin başlayan gecelerde metamorfoza uğramış gençlere akıl erdiremiyorlar. Daha sorun çıkaran yok.
1962’de Cezayir, Fransa sömürgesinden ayrılarak bağımsızlığını ilan ediyor. Ne kanlar, ne gözyaşlarıyla... 12 Nisan 1963’te ABD’de zencilerin lideri Martin Luther King sivil haklar eylemine öncülük ettiği için tutuklanıyor. 28 Ağustos’ta bu defa 200 bin siyah ırk ayrımcılığına karşı Washington’a yürüyor. Ağustos’un son günü soğuk savaşa karşı biraz sıcaklık oluştursun diye Kremlin ile Beyaz Saray arasında “Kırmızı Telefon” hattı kuruluyor. Bu, JFK’nın yani gençlerin gözünde ABD’nin yakışıklı barışçı başkanı John Fitzgerald Kennedy’nin çabası sonucu gerçekleşiyor ama JFK, 22 Kasım’da Dallas’ta halkın arasındayken bir suikast sonucu öldürülüyor. Aralık ayının başında bu defa bir adada, Kıbrıs’ta kanlı çatışmalar başlıyor. Aynı yılın başında Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios’un anayasayı değiştirme isteği ve adada yaşayan Türk halkının haklarının azaltılması gittikçe büyüyen bir ateşin alevlenmesine neden oluyor. Türkiye ve Yunanistan arasında hâlâ süren çatışmanın başlangıcı bu.
1963 yılından başlayarak iki yıl içinde her şey inanılmaz hızla tam tersine dönüyor. Hem siyasette hem sosyal yaşamda... Avrupa’da delikanlılar Jean Paul Belmondo’ya özenip tuvalet yerine lavaboya işemeye, genç kızlarsa Jean Seberg gibi sütyeni atmaya başlıyor. Kızlar eski modelden vazgeçiyor artık; asla ama asla anneleriyle özdeşleşmek istemiyorlar. 1963’de Londra’da Mary Quant ilk mini eteği giyiyor, olan oluyor... İki yıl içinde mini etek dünyaya yayılıyor. Modacılar gençlerin anababalarıyla aralarındaki farkı kalın çizgilerle çizme isteğinin farkında, hemen harekete geçiyorlar. Cacharel, bu farkı ortaya koyacak modeller üretiyor. Kızların çiçek desenli giysi merakına cevap veriyor modelleriyle... Courreges, geometrik şekillerde gözlükler sürüyor piyasaya, vinil botlar sarıyor etrafı. Metal kullanılmaya başlanıyor aksesuar olarak. Yves Saint Laurent, ünlü ressam Mondrian’ın çizgilerinden etkilenerek gençler için bir seri üretiyor. Elbiseler inanılmaz ölçülerde kısalıyor, gözler makyajla insanları korkuturcasına ölçüsüzce büyüyor. Bu arada Twiggy, Jean Shrimpton gibi bugün de moda olacak bir genç nesil çıkıyor podyumlara; göğüssüz, kalçasız, zayıf bacaklı, hastalıklı hissi veren kızlar bu modeller... Gençler bayılıyor onlara; belki o dönemin özelliği kızların anneye benzememe isteğinin tercümesi bu. Bütün yeniler çılgınca kabul görüyor artık.
1964 yılı, 2 Haziran. FKÖ kuruluyor. 14 Haziran’da Güney Afrika’da Nelson Mandela ömür boyu hapse mahkûm oluyor. Kuzey Güney Vietnam arasındaki çatışmalar ABD’nin komünist rejimi kabul eden Kuzey Vietnam’a karşı harekete geçmesiyle bambaşka bir şekle bürünüyor. Yıllar sürecek ve ABD’nin üzerinden kolayca atamayacağı bir sendrom olarak. Başkan Johnson, Kuzey Vietnam’daki komünist rejime karşı bütün önlemlerin alınacağını söylemeden evvel ABD uydusu Ranger 7, Ay yüzeyinin yakından çekilmiş fotoğraflarını yolluyor ülkesine ve dünyaya.
Hem Avrupa hem Türkiye’de ABD karşıtı gösteriler yapılıyor. Vietnam’a müdahale ve emperyalizm karşıtı.
1965’e gelindiğinde Martin Luther King ve 300 destekçisi Alabama’da tutuklanıyor izinsiz gösteri yaptıkları için. Konu, zenci hakları, siyah-beyaz ayrımcılığı... 21 Şubat’ta bir başka zenci lider Malcolm X, New York’ta halka hitap ederken vurularak öldürülüyor. ABD; Vietnam savaşına gitgide daha çok dahil oluyor ve 27 Nisan’da Paris sokakları isyan ediyor buna. Bağımsızlığını ilan etmiş Cezayir’de bugünün tohumları atılmaya başlanıyor: Ben Bella, Albay Bumedyen tarafından askeri darbeyle uzaklaştırılıyor.
Artık yeter diyor gençler, gitgide daha çok politize oluyor ve eylemlere geçmeye başlıyorlar. 15 Mayıs 1966’da Vietnam savaşını protesto eden tam tamına 8 bin kişi 2 saat boyunca Beyaz Saray’ı kuşatıyor. Hepsi gençler. 13 Ağustos’ta Çin’de Mao Zedung, “Kültür Devrimi”ni ilan ediyor. İşte düşlediğimiz, diyor kimi gruplar. ABD’den yayılan dalga Avrupa’yı da içine almaya başlıyor.
Hem Chopin valslerini dinleyen hem zıvanadan çıkmış gibi tuhaf müzikler eşliğinde eğlenen bu gençlere de ne oluyor ki? Kendilerini adeta herşeyi değiştirmeye muktedir Tanrı gibi görüyorlar. Ailelerini, sesini çıkarmayan, pasif insanlar olarak suçluyorlar. Savaş sonrasının tüketim toplumunu reddediyor, “doğaya dönüş”ü benimsiyorlar. Kılık kıyafetler farklılaşıyor; annelerin jartiyerleri yerini külotlu çoraba bırakırken ekose etekler çıkıyor. Hem bebek gibi görünüp hem büyüğü oynamaya çalışıyorlar. Fransa’dan France Gall diye bir şarkıcı kadın “akşam yemeği için giyinmeye son. Çıplak ayakla yürüyebilmeliyim. Saçımı taramadan çıkmalıyım. Kafama bone takmadan denizde yüzmeliyim...” Bayılıyorlar... Jean Paul Sartre okuyup Cezayir’deki, Hindiçin’deki sömürgeciliği protesto ediyorlar. Ülkelerinin geçmişiyle yeni yeni yüzleştiklerinden içleri kaynıyor. Kendilerini kandırılmış hissediyorlar. Ailelerinin ahlakı onlara ikiyüzlü geliyor, çok çalışmaları, Amerikan tarzı yaşamı yüceltmeleri sinirlerini bozuyor. Onlar toplumu reddediyor, paranın mutluluk getirmediğini söylemeye başlıyorlar herkesin yüzüne. İstediklerini istedikleri anda yapmak, yaşamın keyfini çıkarmak istiyorlar. Bob Dylan’la ruhlarını yıkıyor, saçlarını sakallarını uzatarak geleneksel anlayışa dil çıkarıyorlar. Hindistan, Pakistan, Ortadoğu, kısaca uzak diyarlar ve de ezilmiş ülkeler ilgilerini çekiyor. Jack Kerouac’ın yazdığı “Yolda” kitabı kült kitapları haline geliyor. Çekip gitmek, ansızın, içinden geldiği gibi... Çoğu yola koyuluyor, diğerleri farklı toplum modellerine kafa yoruyor. Amerika’dan gelenler onları başka yerlere götürüyor. Her anlamda... Beat kuşağı dünyayı dolaşmaya çıkıyor. Tütsüler, Hint giysileri, sandaletler, bol pantalonlara bayılıyorlar. Mor renge tapıyorlar. Saçları ne kadar uzunsa o kadar barışsever görüyorlar kendilerini adeta.
5 Haziran 1967’de Ortadoğu kaynamaya başlıyor: 5 gün sürecek İsrail-Arap çatışmaları sonunda Gazze Şeridi, Golan Tepeleri, Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Sina Yarımadasını işgal ediyor İsrail. 9 Ekim’de uzun zamandır dağlarda savaşan Che Guevara, Bolivya çarpışmalarında ölüyor. Amerika’ya isyan eden Küba halkının özgürlüğü için.
Ve 1968... 4 Nisan’da Martin Luther’in öldürülüşü gençlerin sabrını taşırıyor. ABD karşıtı gösteriler her yerde ama heryerde... Türkiye, sol sağ çatışmasını yaşıyor. 30 bin öğrenci Paris’te ayaklanıyor ve Sorbonne Üniversitesi kapatılıyor. Sonuç; 500 öğrenci tutuklanıyor. Kimse gençlere ne olduğunu anlamıyor... Bir süreliğine... 20 Mayıs’ta önce Paris’te 2 milyon işçi gençlere destek olduklarını açıklıyor ve ardından tüm Fransa’da 6 ile 10 milyon kişi arasında değişen grev dalgası. Duvarlar dile geliyor: “Yasaklamak yasaktır”, “Gözetilmeyi, diploma peşinde koşmayı, doktrine boğulmayı, televizyonla manipüle edilmeyi reddediyoruz”, “Toplumun canını sıkıyorum ama bu hoşuma gidiyor.” Enternasyonali söylüyorlar hep bir ağızdan. Tüm dünyada neredeyse...
9 Mayıs’ta o zamanki adıyla SSCB, Çekoslovakya’ya ilerliyor ve işgal ediyor. 28 Ekim’de bu defa Prag’da onbinlerce Çek, Sovyet işgalini protesto ediyor. Dünya da onlara katılıyor. Gençler dünyayı savaş düşkünü olmakla suçluyor ve barış diye bağırıyorlar. Çeşitli grupların çeşitli modelleri var toplumu yönetmek için. Daha bağımsız, daha özgün daha denenmemiş ya da denenmiş.... Kültürsüzlüğü, materyalizmi yüzlerine vuruyorlar ailelerinin.
1969 Woodstock. Büyük şenlik. Karmaşa içinde özgürlük alevi. Herkes yerlerde, ayakta, istediği gibi davranıyor, öpüşüyor, koklaşıyor. Dünya bu kadar genci birarada ve bu kadar rahat görmemiş hiç o güne kadar. Sarılı koca koca sigaralar, kısa etekler, Afgan ceketler, çiçekli bluzlarla havada karmaşık bir mistisizm kokusu var. Hair filmi hislerine tercüman olmuş, dönem mariuana sarhoşluğu gibi akıyor. Hit şarkıcıları Janis Joplin overdose’dan ölüyor.
1965’lerden itibaren Sultanahmet’i saran “uzun saçlı, hırpani giyimli, çıplak ayaklı yabancılar”a dünyanın “beatnik” dediğini yazıyor Türk basını. Lâle Restaurant Pudding Shop'u çok seviyorlar. Ancak ülkede bu otostopçu turistler pek itibar görmüyorlar. Çünkü parasız ve asi ruhlular... 1968’lerde bir dergi bu hippi gençleri yorumluyor: “Madalyonun bir de öbür yüzüne bakalım. Bu asi gençler solucanlara benziyor bir bakıma. Solucanın görünüşü berbattır ama toprağı altüst ederek havalandırır, yumuşatır ve bereketli hale getirir. Beatnik’lerin de böyle bir hizmeti var.”
(Fotoğraflar: Wikipedia, Pudding Shop, Hayat Mecmuası, Aile Arşivi)